Din, Ortadoğu’da çoğunlukla sınıf ilişki ve çelişkilerinin üzerinde göründü. Onu perdeledi ama aynı zamanda yansıttı da…
Sınıf mücadelesinde hem egemenler hem de ezilen sınıflar tarafından dini söylem sürekli olarak kullanıldı. Bu da genellikle sömürülenler aleyhine bir durum yarattı. Çünkü egemenler dini sömürücü çıkarlarına göre yorumlama, geniş kullanma yeteneği göstermeyi başlarken, ezilen kitleler mücadeleyi dinin dar sınırlarına hapsetmek zorunda kaldı ve oradan çıkaramadı. Çünkü dinin temel kitabı, ilkeleri -Ortadoğu’da İslam dininin- ilkel komünal özelliklerin güçlü şekilde varlığını sürdürdüğü köleci toplumdan, feodal topluma geçiş döneminin bir ürünü olarak, feodal sömürüye göre şekillenmişti ve onun hukukunu oluşturuyordu. Bu durum da, egemenin sınıf çıkarıyla uyumlu, sömürülenin sınıf çıkarıyla tezat haldeydi. Yani feodal sömürünün topluma kabul ettirilmesinin bir aracı durumundaydı.
Aslında çıkış döneminde kentli tüccar sınıfın iktidar mücadelesinde köleciliğe karşı vurgusuyla kitleleri yanına çekmiş, geniş bir kesimin çıkarlarıyla uyumlu bir görüntü çizebilmişti. Hele iç savaşta ihtiyacı olduğu için kadına yönelik eşitlikçi-ileri söylemleri de alanını genişletmesini sağlıyordu. Ancak, bu durum, tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi iktidarın oturmasına dek devam etti. İktidar oturduktan sonra ise hızla gericileşti ve tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi sömürü ilişkilerini pekiştirmeye yöneldi. Bunun için savaş döneminin aksine kadın sokaktan uzaklaştırıldı. Örtünmeye davet edilerek toplumsal rolünün sınırı arzu nesnesi ve doğurganlık olarak tescillendi. Eşitlikçi-ortakçı kabile geleneklerine dönük ağır bir ideolojik saldırıyla özel mülkiyet ve sömürü kutsal, eşitlik düşüncesi ise günah-sapkınlık olarak nitelendi. Diğer yandan zekât, sadaka ve fetih ile katılacak yoksullara ganimet vaadiyle de hem eşitlik talebini bastırdı hem de özel mülkiyeti bir kez daha alt kesimlere kabul ettirdi. Fetihlerle yayılsa da, hem içte hem dışta bozulmaya uğrasa da merkezdeki egemenlerin elinde daha da gericileşerek birkaç büyük parçaya bölünmek zorunda kaldı. Bir değil, onlarca değişik İslam anlayışı Ortadoğu topraklarında birbiriyle ve diğer dinlere sahip devletlerle ama esas olarak sömürülen, ezilen kitlelerin ortakçı hareketleriyle savaşarak yaşandı/yaşanıyor.
Diğer yandan yüzyıllar boyunca ezilen kitlelerin elinde ortakçı bir toplum için bayrak da olageldi. Ta ki Osmanlı’nın Hristiyan Batı’yla el ele bu hareketleri bastırıp, ortakçı yanlarını büyük bölümüyle törpüleyene dek. Kapitalizmin bölgeye girişiyle birlikte, ortakçı hareketler artık dini aşan yeni bir sınıfsal karaktere bürünebilip, oradan kopsalar da, zaman zaman dini kabuğa yeniden büründüler. Onların kopuşuyla din ikili bir politizasyon yaşamak zorunda kaldı.
Politik Din
Tüm dinler toplumsal gelişimin ortasında, onun tam değişim sancıları içinde doğduğu ve bu sancıya ağrı kesici vaadiyle müdahale ettiği için, daha başından itibaren politiktir. Ortadoğu’da halifelik eliyle uzun yıllar devletleri doğrudan yöneten İslam’ın, Ortadoğu’nun Moğol ve Selçuklu tarafından istilasıyla birlikte, yönetimdeki rolü bu kez devlet tarafından belirlenmeye başlamıştır. Sultan ve Halife ayrılmış, Halife, Sultan’a bağlı olarak dinsel buyruklar çıkarmaya başlamıştır. Osmanlı’nın halifeliğe el koymasıyla birlikte Sultan ve Halife yeniden tek bir kişilik altında toplansa da, baskın olan Sultan kişiliğidir. İhtiyaca göre halifelik zaman zaman öne çıkmıştır ancak artık Halife yönetim erkinde kurumsal kimlik olarak ilk sırada yer alamamıştır. Din uzun yüzyıllar boyunca sömürücü sınıfın ideolojik politik aracı olarak sınıf savaşımında bir silah olarak kullanılmıştır.
Kapitalizmin bölgeye girişi ve üretim ilişkilerini değişime zorladığı süreçte, laikleşme, modernizm gibi kavramlarla birlikte din yeni baştan ele alınmıştır. Kemalist rejimin halifeliği kaldırması ve laiklik vurgusu, İngiliz egemenliğindeki Arap devletlerinde de aynı vurgu ve “açılımlar” egemenlerin dini artık eskisi gibi kullanmayacaklarını göstermiştir. Artık yasalar dine göre oluşturulup, açıklanmayacak, din yasalara göre düzenlenecektir. Şeyhülislamlar, müftüler eliyle hazırlanan vaazlar çoğu kez din alanının dışına, siyasal alana ilişkin belirlemelerde bulunarak, namaza gelen kitleye devletin ideolojisini ve günlük pratiğini aktarmanın aracı olacaktır. Burjuva devletin sekülerliği buraya kadardır; dini devletten esasta ayırmamış, kitlelere karşı kullanmaya devam ederken, onun kendi üzerindeki baskısından da kurtulmuştur. Yani Ortadoğu’da tüm devletler, kelimenin geniş anlamıyla hala birer din devletidir. Laiklikleri sakattır ve bu güçlü yanlarını oluşturur. Çünkü ezilen kitleler iki biçimde -laik, dinci gibi- bölünürken, her iki kesimi de bir ölçüde memnun edebilecek esnekliğe sahip olabilmektedir. Bu güçlü yan onun zayıf karnıdır da… Kitleler bu yapay bölünmeyi fark ettiği an devletin tutunacak noktası da kalmayacaktır.
Devletlerin dini bu kullanışına karşın, tabanda yoksul, umutsuz kitleler içinde din tam da Marks’ın dediği gibi, afyon etkisini göstermektedir. Kapitalist sömürü karşısında çaresiz kalan geniş yığınlar, dine sığınmakta, onun avutucu kollarında dünyanın kötülüklerinden gizlenmektedir. Elbette mücadeleden kaçışın en ahlaki yoludur bu: Ne kadar ahlak o kadar ahlaksızlık! Bu çürüme, yozlaşma, özellikle işçi sınıfının geriliği, bölgede İslamcı hareketlerin ortaya çıkışını koşullamıştır. Sosyalist hareketlerin bölgede sınıf savaşını doğru biçimde çözümleyememesi, halk dinamiğini yerli yerine oturtamaması, sınıf ittifaklarına hatalı bakışı, işçi sınıfı ve köylülük ile yoksul, kentli kitlelerini mücadelede birleştiremeyişi nedeniyle, din, tüm bu sömürülen kesimlerin aynı duygudaşlıkla birleşebileceği bir bayrak olarak kitlelere sunulabilmiş ve böylece sınıf mücadelesi köklerinden koparılarak ideolojikleştirilebilmiştir.
“Siyasal İslam”ın -hem devlet elinde hem de sivil toplum içinde- dayanağı işte burasıdır; sömürülen geniş yığınların çaresizliğidir.
Yaygın kullanımıyla siyasal İslam -ki devletlerin İslam’ı kendi kontrollerinden kullanması da siyasal İslam’ın bir biçimindendir ancak bu tanım içinde pek sayılmamaktadır- Mısırlı Hasan En Bezna ve Hint Pakistan Cemali İslami’nin kurucusu Ebu Ala Mevdudi, İslam’ı siyasal bir sistem olarak tanımlamışlardır. Bu, sömürü ve yoksulluğa karşı harekete geçen kitleleri sosyalizmden dine çekme girişimidir ve özü itibariyle bir “üçüncü yol” çabasıdır. Cezayir’de Fransız sömürgeciliğine karşı sosyalist tezlerle harmanlanmış bir İslam’i söylem, ulusal mücadele içinde kök salabilmiş ve onu etkilemeyi, burjuva karakterini koruyabilmesini sağlamıştır. Son tahlilde emperyalizmle savaş halinde olduğu için göreli bir ilericilik barındırmıştır. (Lübnan Hizbullah’ı ve kitlelere tavrına ve kendisine rağmen Hamas bunlardandır.) Siyasal İslam’ın tamamı 1940’lardan itibaren bölgedeki egemen devletlerin hem de İslamcı örgütlerin işbirlikçiliğiyle gerçekleşmiştir.
Emperyalizm böylece, bölgede ulusal bağımsızlıkçı hareketleri kontrol altına almakla, onların sosyalizme yönelmesini de engellemekle kalmayıp, onları sosyalist sisteme karşıt hale de getirmiştir. Yani siyasal İslam, bir dönem Ortadoğu’da ulusal kurtuluş hareketlerini bastırmanın da adı olmuştur.
Siyasal İslam Bir Toplum Mühendisliğidir
Lenin, Batı Avrupa’da burjuvazinin kitlelerin dikkatini sosyalizmden uzağa çekmek için dine karşı “sözüm ona liberal bir saldırı”ya giriştiklerini söyler. Bu politika Ortadoğu’da özellikle Anadolu’da sistemli biçimde kullanılmıştır. Bugün de kullanılmaktadır. 1980 cuntasının türbanı yasaklaması diğer yandan İmam Hatip liselerini çoğaltması hem siyasal İslam’a mağduriyet alanı açarak mücadele bayrağı vermek hem de İslami eğitimi yaygınlaştırarak toplumu dönüştürmek, yoksul, ezilen kitlelerin kurtuluş arayışının dinle boğulması içindir. Bu yalnızca cuntanın değil tüm burjuva partilerinin temel politikası olmuştur.
Laiklik-şeriatçılık kamplaşması (Ortadoğu’da Yahudi-İslam, Batı-doğu çekişmesi de) siyasal İslam’ın iki türlü işine geliyor. Birincisi; günlük yaşamda dinin şöyle böyle tuttuğu ancak İslamcılara yönelmeyen önemli bir kitlenin siyasal İslam’ın yanında saf tutmaya zorlanıyor oluşudur. Dine küfür edildiği, mağduriyet yaratıldığı algısıyla bu kitle din kardeşlerinin yanında yer alıyor. İkinci olarak da dine saldıran milliyetçi, gerici, liberal kesimler gibi sosyalistler de aynı kutupta gösterilerek, Müslüman insanların gözünde, burjuva devletin günahlarının taşıyıcısı olarak nitelenebiliyor. Bunun bir diğer işe yarar hali de, bu sonuçlardan çıkmaktadır ki, bu da İslamcıların işbirlikçiliğinin bu kamplaştırmayla gizlenebilmesidir.
İslamcı bir parti iktidardayken bile devlete karşı mağdur rolü oynar bu yüzden. Ortadoğu’da en laik devletler bile dine bulaşıktır, kitleleri sosyalizmden uzaklaştırmak için dini kullanmaktadır. Geniş bir genellemeyle bunların tümüne birden “din devletleri” denilebilir. En azından Diyanet vb. kurumlarıyla bunların laik olmadığı söylenmelidir. Bu durumda hangi parti iktidara gelirse gelsin, siyasal İslam iktidarda yer almaya devam etmektedir.
Genel olarak bir ülkede İslamcı olduğunu açıkça belirten ya da İslamcı olduğuna geniş bir kesimin inandığı bir parti iktidardaysa, şöyle böyle bir ekonomik gelişmişlik gösteriyorsa yani sadaka kültürünün işletilebileceği denli sefalet yaygınsa, işçi sınıfı örgütsüz ve dağınıksa, sosyalizm iddialı örgütlenmeler de karşıtına benzemeye başladıysa, toplumda tam bir gerileyiş kaçınılmazdır. Bu gerileyiş siyasal İslam’ın yükselişini koşullarken onun düşüşünü ve tarih sahnesinde çekilişini de koşullar. Çünkü siyasal İslam kitlelerin örgütsüzlüğü ve sefaletine dayanır. Küçük bir elit ve orta sınıf yaratarak, bunların örgütlülüğü üzerinde yükselir. Belirli bir dönemde kapitalizmin yükseliş dönemindeki gibi dinamik yaratabilmesini orta sınıfı oluşturan esnafa dayalı örgütlenmesine borçludur. Tam da bu noktada kapitalizmin kurbanı olması kaçınılmazdır. Aslında çoktan kurban olmuştur ancak emperyalizmin ve Suudi sermayenin doğrudan nakit desteğiyle siyasal alandaki hâkimiyetini koruyabilmektedir.
Bu ekonomik alt yapının yanı sıra İslamcının niteliği de önemlidir. Tek bir İslam anlayışı, toptancı bir yaklaşım, siyasal İslam’ın derinlemesine anlaşılmasını zorlaştırsa da geleneksel bir İslamcılıktan söz edilebilir. Bu da ezberlenmiş bir yaşamın, İslamcının o andaki ihtiyacına göre esneyebilen kurallarla sürdürülebilmesidir ki, her an değişebilir ve İslamcının andaki çıkarına tekabül eder. Kitleler dayatılan İslami kurallarla sorgulayıcı bir yaklaşımdan uzak tutulur. Uzak tutulamayanlar kâfir ilan edilir. Siyasal İslam tam anlamıyla oportünisttir. Oportünist olduğu ölçüde tutuculuğu dayatır. Kitleden hareketsizlik ister. En uzak olduğu anda bile devlete ve onun olanaklarına yaslanır. Onun koltukları altında güçlenir.
Siyasal İslam’da demokrasinin yerine adalet vurgusu ve ahlak getirilir. Bu da her türlü popülizmin ve oportünizmin dayanak noktasıdır. Kitlelere adaleti uygulayacak dini bütünleri seçmek dışında siyasete ilgisiz kalması öğütlenir. Önemli olan adalet ve ahlaktır. Özgürlük ve demokrasi, adalet içine hapsedilir. Adalet ise göreceli ve geniş bir alanı kapsar.
Ilımlı İslam Emperyalizmin Bölgedeki Saçayağıdır!
Neo-liberalizm kapitalist gericiliğin uç noktasıdır. Tekellere tam özgürlük demektir ve bu ancak emekçi kitlelerin tüm haklarının yok edilmesiyle mümkündür. Bu yüzden siyasi gericilik neo-liberalizmin temelini oluşturur. İşte bu yanıyla neo-liberalizm siyasal İslam ile kan kardeşi olmuştur. Siyasi İslam’ı bölgede desteklemekte, bölge politikalarında onun baskıcı karakterine yaslanmaktadır.
İslamcılar kapitalizmle, emperyalizmle malların dağıtım ve dolaşım ağlarıyla, finans spekülasyonuyla sıkı sıkıya kaynaşmış haldedir. İslam artık tüm bölgede hem AKP ve onun benzerleri için hem de emperyalizm için bir pazarlama stratejisidir. Bu pazarlama muhalefeti yok etme ve işçiyi sömürüye ikna etmenin aracıdır. Siyasal İslam’ın tüketim kültüründen yakınmayı bir kenara bırakması, ulaştığı bu işbirlikçilik aşamasındandır. Zaten kapitalist kültürün Müslüman toplumu tehdit ettiği propagandası da artık tutmamaktadır. Müslüman toplum olarak tanımlanan toplum, özünde kapitalist toplumdur, dolayısıyla o kültürün üreticisi ve taşıyıcısıdır ve siyasal İslam bu haliyle katıksız burjuvadır. Tüm bölgede burjuva yaşam siyasal İslamcı elitin yaşam şeklidir. Sömürülen kitlelere ise boyun eğici, ibadetle dolu bir yaşam dayatılmaktadır. Siyasal İslam ekonomide alabildiğine liberal, toplumsal yaşamdaysa aynı ölçüde merkeziyetçi ve baskıcı oluşuyla neo-liberalizmin gözbebeği haline gelmiştir. Sonuç olarak politik İslam kapitalist sömürü ve baskının bölgedeki en etkili aracı olarak emperyalizmin müttefikidir ve buna en iyi örnek AKP hükümeti ve TC devletidir.
Ne Yapmalı?
Çok kabaca değindiğimiz ılımlısı ve radikaliyle siyasal İslam’ın bölgemizi rehin alışına ve sınıf mücadelesinde burjuva cepheye taze kan taşımasına karşı, sosyalist hareketin yapması gereken epey şey var ve bu sanıldığı gibi karmaşık değil. Her şeyden önce sosyalist hareketin sınıftan kaçışa bir son vermesi, sınıfla bağ kurması, sorunun yarı yarıya çözümü demek olacaktır. Lenin’in vurgu yaptığı nokta önemlidir: “Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.”
Siyasal İslam hızla yolsuzluk, şatafat, saltanat bataklığı yaratmış ve o bataklıkta debelenmektedir. İslamcı partilere oy veren emekçiler bu yozlaşmayı görmekte ancak alternatif bulamadıkları için kopuş gerçekleştirememektedirler. İşte bu kopamayışın nedenlerini araştırmak ve gidermek gereklidir. Çoğu durumda, özellikle küçük kentlerde islamcı partilerden kopmak, dinden de kopmak olarak algılanabilmektedir, bu yüzden Müslüman emekçi için dehşet verici olabilir. Kendi kaderi için mücadeleye atılacak olan Müslüman emekçi, kaçınılmaz olarak sosyalistlerle omuz omuza gelmek durumunda kalacaktır ve kaçınılmaz olarak eski çevresindeki dayanışmadan kopacaktır. Yerine yeni bir dayanışmanın konulabileceğinin görmesi onu cesaretlendirir. Sosyalistlerin din düşmanı, dine küfür eden insanlar olduğu propagandası da, eşitlikçi bir dünyanın zorunlu olduğunun ve inancın böylesi bir toplumda rahat ve özgürce yaşanabileceğinin gösterilmesiyle, pratikte aşılabilir. Sosyalistlerin özel olarak kişilerin dinine, inancına ve onun yaşamasına karışmayacakları, aksine herkesin inancını kendi bildiğince yaşamasını, dini baskı olmamasını savundukları da pratik içinde gösterilebilmelidir. Ancak pratik mücadele içinde işçi sınıfının dindar-dindışı, kâfir vb biçimindeki bölünmesinin önüne geçilebilinir ve ancak bu bölünme engellenebildiğinde mücadele gelişebilir ve yabancılaşmanın tüm biçimleri kitlesel biçimde aşılmaya, tarihsel yürüyüş duraksadığı yerden yeniden hızlanmaya başlayabilir.