SAVAŞ-AÇILIM DÖNÜŞÜMÜNDE KÜRT SORUNU

0
1716

Murat KARAYEL-

“Ulusal Hareket, açılım-müzakere sürecinde, görüşmelerin devam etmesini eylemsizlik için fiilen yeterli sebep sayıyordu. Silahsızlanma (kısmı olarak gerçekleşebileceği görülüyordu) karşılığında talep ettikleri ise vatandaşlık tanımının değiştirilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, anadil kullanımı ve Kürt siyaseti üzerindeki baskılarla yasal sınırlamaların kaldırılması türünden, “Anayasal demokratik çözüm” olarak özetlenen, sistemsel değişim gerektirmeyen haklardı. Daha fazlası sonranın işi olarak görülüyordu. Demokratik özerkliğin ilanı da bununla çelişmiyordu; zira uygulanmasının ilan edilmesi gibi anlık olmadığı, olamayacağı açıktı. A. Öcalan “Yol Haritası” açıklayarak silahsızlanma sonrası mücadelesinin taleplerini, hedeflerini, örgütsel biçimlerini, ide- olojik çerçevesini belirliyor ve tartıştırıyordu. O aşamada “Demokratik Özerklik” silahsızlanmanın şartı değil, gelecekteki mücadelenin kapsamlı hedefi olarak ortaya konuyor; ulusal haklar temelinde eşitliğin kazanılması durumunun toplumsal siyasi örgütlenmesine karşılık geliyordu.

Ekonomik, askeri olanaklarını zorlayarak; yedi düvele tavizler vererek Kürtlere karşı işbirliği yapıp içeride ve dışarıda Kürt düşmanlığını sürdüren devlet, şimdiye kadar bazı sonuçlar elde edebildi. Önderi dahil Ulusal Hareketin binlerce militanı tutsak edildi, binlercesini öldürebildi. Savaş karşıtı tepkilerin kitleselleşmesini engelleyebildi; emperyalizme ve Siyonizme dostluk, Kürtlere düşmanlık biçiminde milliyetçiliği kışkırtarak Türklerin savaşa desteğini süreğenleştirebildi ve sosyalist hareketin gelişme zeminini zehirleyebildi… Ne var ki, savaşla Ulusal Hareketi yenemedi. Kürt siyasal varlığının gelişerek bölgesel planlarda dikkate alınması zorunlu güçlerden biri haline gelmesini engelleyemedi. Düzen partilerinin Kürt illerinden silinmesinin önüne geçemedi.

Askeri bakımdan yenişilemeyen savaş uzadıkça Kürtlerin devletten kopuşu hızlandı.Kürtlerin gözünde devlet, havucu beş para etmeyecek; sopası korkutmayacak derecede itibarsızlaştı. Kürt illerinde yasalarını uygulayamaz, otoritesi tanınmaz durumlara düştü. Bu süreçte, Kürtlerle Türkler, birbirlerini anlayamayacak, birlikte yaşamaları imkansızlaşacak denli düşmanlaştırıldılar.

Kürt kimliğinin doğrudan imkanlarıyla Ulusal Hareketin Kürtlerle bütünleşmişliğini sarsamayacağına askeri yöntemlerle gerilla gücünü çözemeyeceğine kanaat getiren devlet, savaşa “açılım”, “müzakere” halkasını da ekledi. “Kürt Açılımı”nı ve Ulusal Hareket ile doğrudan görüşmek sürecini başlatmak, ufku emperyalist çözümle sınırlı AKP hükumetine kısmet oldu. İktidarının ilk yıllarında Kürtlerin haklarını tanımaya yanaşmayan AKP, hükümette kalabilmesinin başta gelen nedeni burjuva siyasetinin alternatifsizliği olacak denli güç kaybettiğinde bazı talepleri karşılayacakmış gibi yapmaya başladı. Cumhurbaşkanının “İyi şeyler olacak” kehaneti ardından “Kürt Açılımı”nı ilan ettiyse de nelerden ibaret olduğunu açıklamaktan ve somut planlamadan hep kaçındı. Büyük işler yapılacakmış, on yıllardır süren hatalar geride bırakılarak savaş sonlandırılacakmış havası estirildi; ama genel geçer ajitasyonlarla, çatışmalar olmadığı sürece oyalayabilecek işlerle zaman geçirildi.

Açılım, toplum psikolojisinin şovenizmden uzaklaştırılması bakımından faydalı olabilirdi; Kürtleri kandırma hamlesi olarak tasarladığından o kadarına bile tahammül edilemedi. Bu süreçte atılan adımlar, Ulusal Hareketin gücü ve konumlanışıyla yakalayabildiği kuruculuğun yanında güdük kalıyor, fiili durumun gerisinde bir hukuka denk düşüyordu. Aynı zamanda hakların kazanılabileceği işaretleri olduğundan ve süreci yavaş yavaş geri dönüşsüzlüğe taşıdığından hepten önemsiz değildi.

Bu adımlar yüzünden, Türk milliyetçiliği rüzgarının oy kaybettireceği endişesi AKP’ye öylesine silikleştirdi ki; “Kürt Açılımı”nın aslında Kürt açılımı olmayıp “Demokratik Açılım” hatta “Milli Birlik Projesi” olduğundan; Türklerin hassasiyetini gözetmek gerektiğinden söz etmeye başladı. İdeolojik alt yapısı Türk-İslam Sentezi olan bir parti için yaklaşımı gayet tutarlıydı. “Alevi Açılımı “nda Sünnilerin hassasiyetlerinden söz edip Ökkeşlerin sesine kulak vermek neyse, Kürtlerin haklarını Türklerin hassasiyetleriyle ilişkilendirmek de aynısıydı. Kimlikler birbirlerine karşıt konumlandırılarak Alevilere, Sunni İslama teslim olmaları; Kürtlere, Türk milliyetçiliğine teslim olmaları dayatılıyordu.

AKP’nin Kürt sorunundaki söylemi “Düşünmezseniz sorun olmaz” ile “Kürt Sorunu, benim sorunum” aralığında salındı. Başbakanın, Kürt sorunu dediğine şimdilerde pişman olduğu söyleniyor. Oysa, hükümet pratiği “ Düşünmezseniz sorun olmaz” anlayışına daha uygundu, yani pişmanlığa hiç gerek yoktu.

Kısa vadeli parti çıkarları için AKP, Kürt sorununu baştan beri kullandı. Diğer düzen partilerinin Kürt illerinde varlık gösteremediği sürede, Kürt ulusalcılığının tek rakibi olarak devletin desteğini alması kullanma biçimlerinden biriydi. Açılım sürecinin Kürtleri AKP’ye mecbur etmek arayışı, dolayısıyla kullanmanın bir başka biçimi olduğu görüldü. Kürtlerin mücadelesi sonucunda tanınması kaçınılmazlaşan hakların bazılarını “Açılım” adıyla sunarken; ulusal kimliğin vazgeçilmez parçalarını “katiyen olmaz” tavrıyla reddedişini; barışcıl girişimler olarak yansıtırken dini de kullanarak yandaş Kürtler yaratmanın peşindeydi. Kürtlerin hiç değilse bir kesiminde, mücadelenin haklarının tanınmasını engellediği zannıyla beklenti yaratabilseydi açılımın amaçlarından birine ulaşılmış, savaştaki koruculuğun açılım sürecindeki benzeri hayata geçirilmiş olacaktı. Ulusal harekete mesafeli duran Kürt aydın ve siyasetçilerinden, liberallerden bu sinsiliğin aleti konumuna düşenler oldu. Fakat Ulusal Hareketin kuşatıcılığı, Kürtlerin AKP hükümetinden beklentiye girerek devlet politikalarına yedeklenmesinin önünü kesebildi.

Devletin Kürt sorunu algısı, saldırı ve açılım konjonktürlerinde neredeyse hiç değişmeyip “Terör Sorunu” olarak kaldı. Bu algının, PKK’nin çıkışındaki “üç beş çapulcu” yaklaşımı kadar sığ olduğu ve ulusun varoluş biçimini ifade eden özgürlüklerini alıp verme ilişkisi bağlamında masaya sürmeyi beraberinde getirdiği görülüyor. Hak bile denemeyecek kadar Kürt kimliğinin parçası olan Kürt dilini ve ulusal varlığını yaşatacak değerlerini silahsızlanma şartına bağlı ele almaya varıyor. AKP özetle, mücadeleyi bırakarak yüreğimiz yumuşayana kadar beklerseniz haklarınızın uygun gördüğümüz kadarını tanıyacağız, demeye getiriyor.

Devlet onyıllardır Kürtleri nasıl gördüyse, nasıl olduklarına inanıp nasıl adlandırdıysa öyle hareket edeceklerini, kendilerine dayatılan kalıba gireceklerini varsaydı.Egemenin, ezileni belirlemeye şartlanmış bu algı biçimi AKP’de, hakkın her kırıntısını, lütuf gibi sunarken şükür ritüelleriyle kabullenmeyen Kürtleri nankörlükle suçlamak, “sil baştan yaparız” diye tehdit etmek; teslim almaya çalıştığı Kürtlere ne yapmaları ve nasıl direnmeleri gerektiğini dikte etmek; kendi meşruluk anlayışını dinine varana kadar dayatmak biçiminde sürdü.

Açılım süreci inkar ve tasfiyenin yeni biçimlerini üreterek emperyalist çözümü pratikleştirecek politika olarak gündemleşmişti. Emperyalist çözümün esası, devrimci dinamiklerini ezip çürüterek Ulusal Hareketi tasfiye etmekti. Kürtlerin demokratik örgütlenmeleri dağıtılacak, hak arama bilinci ve devlete karşı şekillenen moral değerleri bastırılacaktı. PKK yenilse veya tasfiye edile- bilse bile bir başkasının çıkacağı öngörülebildiğinden; PKK şahsında tasfiye edilmek istenen Kürtlerin ulusal haklar temelinde gelişen eşitlik bilinci, mücadele birikimi ve devrimci ortaklığıydı. Bu başarılabilinirse, onlara Tahrir yaratabilmiş Kürtlerin öncüsüz bırakılarak kolay manipüle edilebilir hale getirilen kitlesel pratikleri, Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi emperyalizmin “halk hareketi” kategorisine dahil edilebilecekti. Tasfiye operasyonu amacına ulaşırsa; bölgede Kürt devleti kurulmasıyla, Türklerle Kürtlerin birlikte yaşaması arasında, emperyalizm açısından bir fark kalmayacaktı. Ulusal Hareket birlikte yaşama iradesini öne çıkarıyorken, bunun gereğini yapmaktan geri durarak halkların psikolojik kopuşunu hızlandıran işlere girişen AKP’nin, emperyalizm için kabul edilebilir olan ayrı devlet seçeneğine angajmanı ihtimalini gözardı etmemek gerekiyor.

AKP hükumeti, emperyalist çözümü oya tahvil ederek gerçekleştirmek, bir taşla iki kuş vurmak hevesine kapıldı. Bu yöndeki girişimleri, bir siyasal programı veya taktiği benimsemekle onu uygulamak arasındaki farkı yaratan ana unsurlardan birine, siyasal süreçlerin öznesiz olmadığı gerçeğine çarptı. Ulusal Hareket, kendini dayatma gücüne sahip taraflardan biri olarak; hesaplarını AKP’nin öngöremediği biçimde altüst edebildi. Savaş-müzakere döngüsünü, açık muhataplığını kabullendirmekten başlayarak sağladığı kazanımlarla lehine çevirebildi.

Ulusal Hareket, açılım-müzakere sürecinde, görüşmelerin devam etmesini eylemsizlik için fiilen yeterli sebep sayıyordu. Silahsızlanma (kısmı olarak gerçekleşebileceği görülüyordu) karşılığında talep ettikleri ise vatandaşlık tanımının değiştirilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, anadil kullanımı ve Kürt siyaseti üzerindeki baskılarla yasal sınırlamaların kaldırılması türünden, “Anayasal demokratik çözüm” olarak özetlenen, sistemsel değişim gerektirmeyen haklardı. Daha fazlası sonranın işi olarak görülüyordu. Demokratik özerkliğin ilanı da bununla çelişmiyordu; zira uygulanmasının ilan edilmesi gibi anlık olmadığı, olamayacağı açıktı.

A. Öcalan “ Yol Haritası” açıklayarak silahsızlanma sonrası mücadelesinin taleplerini, hedeflerini, örgütsel biçimlerini, ideolojik çerçevesini belirliyor ve tartıştırıyordu. O aşamada “Demokratik Özerklik” silahsızlanmanın şartı değil, gelecekteki mücadelenin kapsamlı hedefi olarak ortaya konuyor; ulusal haklar temelinde eşitliğin kazanılması durumunun toplumsal siyasi örgütlenmesine karşılık geliyordu. Demokratik özerkliğin toplumsal yaşama dair kurgusu, devletin kabulü anında ve onun olanaklarıyla sağlanabilecek bir kurumsallaşma değildi. Ulusal Hareketin, çeşitli mücadele biçimleriyle devleti iktidarsızlaştırabildiği alanlarda iktidar kurucu roller üstlenerek süreci ileriye taşıma yönelimini yansıtıyordu.

Açılım, savaşın sonlandırılması veya ulusal hakların hiç değilse fiili düzeyinin hukuken tanınması gibi sonuçlar doğurmadı. Ne olduğu, sürecin neden tıkandığı anlaşılamadan iyimser hava dağıldı. Devlet zihniyetinin AKP’de, “Kürt yoktur”dan “Kürt vardır, hakkı yoktur”a kadar, bir arpa boyu yol alabildiği açığa çıktı. Böylesi, ulusal hakların inkarının daha tutarsız biçimidiydi. Nitekim, Ulusal Hareketin mücadele kapasitesinin ve devletin esneyerek savaşı taşıyabilme potansiyelinin eş zamanlı arttığı sürecin ardından, eskisinden daha şiddetli çatışmalar başladı.

AKP hükumeti, PKK’nin bu defa bitirileceğini ilan ediyor, o güne kadarki başarısızlıkları Ergenekoncuların üstüne yıkıyordu. Kimyasal silahlarla, bizzat Genelkurmay Başkanı’nın yönettiği operasyonlar yapıldı. Kürt sokakları gaza boğuldu. Kandil defalarca bombalandı. Kürt siyasetçileri cezaevlerine doldurulup İmralı tecridi ağırlaştırıldı. Yine de, Kürtleri ve BDP’yi PKK baskısından kurtarma safsatası ters tepti; Kürt Türk boğazlaşmasının eşiğine gelmekten başka bir şey sağlanamadı.

Ulusal Hareket, bölgesel durum başta olmak üzere her zaman yakalanamayacak denli lehte tarihsel koşulları değerlendirebilmek için, daha ileri güncel taleplere odaklanarak askeri eylemlerini yükseltti. Sorunun sürdürülemezliğini kabullendirmeye dönük sonuç alıcı hamleler yaptı. Kürt halkı militan kitlesel direnişiyle bu hamleyi bütünledi. Genel yüklenişin, talepleri dünyaya duyuracak ve kitle hareketinde dogrudan karşılık bulacak bir parçası da süresiz açlık grevleri (sag) idi. Sag’ın Kürt ulusal birliğinin PKK insiyatifiyle ilerletilmesinde Ulusal Harekete uzak duran kesimlerin de harekete geçirilerek AKP’nin bölgedeki etkisinin çözülüp tecrit edilmesinde, Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, anadil sorununu ulaşılabilir güncel talepler olarak somutlanmasında, Ulusal Hareketin önderini sahiplenme kapasitesini ortaya koyarak yeni dönemde Öcalan’ın pozisyonunun güçlendirilmesinde işlevsel olabildiği görülüyor.

Ulusal Hareket yeni dönemi, müzakerelerde kabul görmeyen demokratik özerkliği özgüce dayanarak gerçekleştirmek için, “savunma konumundan orta yoğunlukta savaşa göre mevzilenme süreci “ olarak tanımladı. Statü talebine vurgu yaparken, görüşmelerin yeniden başlamasını eylemsizlik için artık yeterli saymayıp somut adımlar beklediğini duyurarak müzakere kapısını her aşamada açık tuttu. Fakat, Anayasada bazı hakları tanıyarak Kürt sorununu orta vadede soğurabilme ihtimali zayıfladı. Diğer parçalarda siyasi statü kazanılmış/ kazanılıyorken, Türkiye ile ilişkilerinde Kürtlerin daha azına razı olmalarını beklemek için bir neden bulunmuyor. Yine de, daha kısa vadede, PKK’nin belli koşullarda silahsızlandırılabilmesi (kısmen silahsızlandırılabilmesi) olasılığı ortadan kalkmış değil. Sag, bu gelişkinlikteki örgütlülükleriyle, silahsız da olsalar; Kürtlerin devleti zorlayıcı, bölgede hayat durduracak çapta eylemler geliştirebileceklerini gösterdi.

Devlet ile Ulusal Hareket arasında görüşmelerin sürüyor olması ihtimali gözardı edilemez. PKK, somut adımlar atılmadıkça eylemlerine ara vermeyeceğini duyurduğundan, operasyonların sürmesi ve BDP’ye yönelik saldırıların tırmandırılması görüşmeler olmadığı anlamına gelmiyor. Hükümetin, eylemleri asgari düzeyde tutabilmek için görüşmeleri sürdürerek milliyetçi tabanın oylarını kaçırmamak için Kürtlerin haklarını tanımaktan kaçınarak seçimlere kadar durumu idare etmek arayışında olduğu fark ediliyor. Çatışmaların durdurulması için zorunlu hale gelmiş adımları seçim hesabıyla ertelemesi, asker kayıplarının AKP’ye yüklediği ahlaki bedeli artırıyor; askerlerin, oy şehitleri, olmasına denk düşüyor.

Açılım sürecinin başarısızlığını herkes meşrebine göre açıklamıştı. Karşılıklı güven sorununu genel neden olarak ileri sürenler olduğu gibi; eylemlerin zamanlamasını bahane edenler, Başbakan’ın protokolleri kabul etmeyerek süreci sonlandırdığını savunanlar, hatta çevresinin yanlış yönlendirmesiyle operasyonlar yolunu tercih ettiğini söyleyenler çıkmıştı. Bunları ve benzeri türden görünen nedenleri koşullayan dinamikleri göz ardı ederek yeni sürece ilişkin isabetli öngörülerde bulunulamaz. Sorunun ele alınışında köklü değişiklikler olmadıysa, dün sağlanamayan kalıcı sonuçların; hükümetin çözüm anlayışıyla Ulusal Hareketin beklentileri arasındaki makasın iyice açıldığı bugün, sağlanabileceğini sanmak yersizdir. Halkların barış özlemi yeniden canlanırken önceki süreçlerin kalıcı sonuçlar doğurmamasının nedenlerinin farkına varmak önem kazanıyor.

Kürtlerin onyıllardır süren mücadelesinin birikimini, hafızasını, iradesini, somutlaştıran bir örgütleri; örgütlerinin mücadelesini sembolleştirdiği bir önderi var. Ulusal kimlikler olmuş bitmiş sabit şeyler değil; ve Kürtler, bu değerleri ulusal kimliklerinin parçası kılabildiler. Devlet Kürt ulusallığını bu bütünlükte tanıma esnekliğini gösterebilirse, Kürtlerle Türklerin birlikte yaşama veya halkların boğazlaşmasına yol açmadan ayrılabilme şansları olacaktır. Kürtleri beklentiye sokmak için İmralı’yla görüşmek, Türk milliyetçilerinin oyunu düşünürek İmralı’ya ip sallamak halkların boğazlaşarak ayrılmasının yolunu yapmaktır.

Türklerle Kürtlerin psikolojik dünyalarının karşıtlığı her gerilimde, her kışkırtmada Bursa’daki gibi Türk Kürt saflaşmasıyla kendini gösteriyor. Türk Kürt çatışmasının ülke geneline yayılarak geri dönüşü olmayacak denli vahim sonuçlar doğurmasının önüne geçilebilmesinde, Kürtlerin örgütlü davranabilmelerinin büyük payı var. Halkların çatışmasının genelleşmesi şimdilik engellenebiliyorsa da; savaşta çok evladını kaybetmiş, çoğunu tutsak vermiş Kürtlerin, devlet ile barışabilmeleri kolay değil. Bu duygusal refleksleri soğurabilecek örgütsel otorite aracılığıyla belki sağlanabilecektir. Yani, A. Öcalan ve PKK gelinen aşamada, devlet için de bir şanstır.

Ulusal Hareketin mücadelesi geliştikçe, Direnişçi bir örgüte Türkiye tarafından duyulan ihtiyaç artıyor. Böyle bir örgütlenme yaratabilmiş olsaydı, şimdi bölgesel devrimden bahsediyor olabilirdik. Oysa, zayıflığın, dağınıklığın, etkisizliğin; kısacası örgüte duyulan ihtiyacın kahrediciliğiyle yüzleşiyoruz. Kürt halkının gelişen mücadelesinin yarattığı olanakları değerlendirebilmek bir yana; çatışmaların şovenizmi kışkırtıcı etkilerini dengeleyebilmekten dahi uzağız.

Sosyalist Hareketin etkisizliğine rağmen, tarafları gayet belirginleşmiş bu süreçte rol kapma girişimleri; Ulusal Harekete yedeklenmek ile karşı cephe oluşturmak aralığında bir dizi sağlıksız ilişki biçimi doğuruyor. Ulusal Hareketin, bulunduğu alanda kendine yakınlık ölçütüyle bölünme yaratma eğilimi; ne yazık ki sosyalist harekette karşılık buluyor ve özgünlüklerini ifade edebilmesinin olanaklarını sınırlıyor. Şimdilerde, HDK’ya katılım üzerinden böyle bir bölünmenin yaratıldığı görülüyor. HDK’ya katılmak Kürt sorununda doğru yerde durmanın, veya dışında kalmak şovenizmin etkisinin kanıtı olamayacağı halde; bu ölçütten hareketle şovenizm ve kuyrukçuluk suçlamaları yöneltmek sosyalistleri birbirinden uzaklaştırmak dışında bir işe yaramayacaktır.

Türkiye tarafının mücadele dinamiklerini, moral değerlerini gözeterek özgün konumlar belirlenemediği sürece, devrimci örgüte duyulan ihtiyaca cevap oluşturulamayacaktır. Dayanışma adına Ulusal Hareketin her taktik hamlesinin ve güncel pratiklerinin peşine takılarak sürecin akışına kapılmak, bağımlılık ilişkisi bağlamında örgütsel tavrın ve sosyalizm iddiasının çözülmesine varabilecek bir yönelimdir. Bu yönelim, Türkiye tarafındaki devrimci potansiyelin harekete geçirilebilmesi bakımından anlamlı sonuçlar doğurmamaktadır.

Türkler, Kürtlerin mücadelelerinin meşruluğunu anlamaktan uzaktalar. Bu mesafeyi koruyabilmek devletin Kürt politikasında önemli yer tutuyor. Ulusal hakların tanınmasıyla bir çözüme varılabilse bile, bu mesafe kapatılamaz ise Türklerle Kürtler kardeşleşemeyeceklerdir.

Kürt sorunundaki gelişmeleri değerlendirerek tavır belirleme ölçütlerimizden biri Türklerle Kürtlerin birbirlerini anlama yetilerine katkıda bulunabilmek olmalıdır. Kardeşleşme, ulusal hakların uğruna ölünebilecek kadar kıymetli olduğunu Türklerin; ulusal haklarda eşitliğin özgürlük olmadığını Kürtlerin idrak edip deneyimlediği; halkların mücadele birikimlerinin ortak edimine yol açacak bir sürecin ürünü olabilir. Oslo benzeri adımlar çatışmaları sonlandırabilir ama böyle bir kardeşleşme süreci ancak sosyalistlerin öncülüğü ile örülebilir ve bağımsız sosyalist çizgide ısrar eden, halkta karşılığı olan devrimci örgütü gerektirir. Böyle bir örgütün yaratılabilmesi; sosyalistlerin, varlıklarını Ulusal Harekete adamaksızın, Kürt halkının mücadelesiyle güçlü dayanışmada bulunabilmelerinin önkoşuludur. Devrimcilerin omuzundaki bu görev, Ulusal Hareket ile tekil dayanışma pratiklerine girilerek ikame edilemez. Bu sorumluluğun bizdeki karşılığı Direnişçiliği sağlam bir örgüte kavuşturmak hedefimizden şaşmadan yola devam etmek, güncel sorunlar karşısındaki tavrımızı bu temel görev ışığında belirlemektir.

Murat KARAYEL (02.12.2012)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.