YANGINLAR SELLER VE FIRTINALAR İÇİNDEN DOĞAYA BAKIŞ

0
541

Erol Zavar – Mahmut Soner 

Kapitalizm, dizginsiz bir sömürüyle kaynakları tüketerek doğayı topyekun bir yokoluşun eşiğine getirdi.

Evet abartısız bir yokoluşun eşiğindeyiz. Bugünün yaşam alışkanlıkları devam ettiği sürece, kapitalist sistem yok edilmediği sürece insanların pek azının 1950’li yılları görebileceği ifade ediliyor. Çünkü kaynaklar yok ediliyor. Bir çok temel kaynak bu hızla tüketilmeye devam edildiği taktirde ancak 2050’li yıllara kadar yetebilecek durumda.

Çevre tahribatı, kirlenme, öyle boyutlara ulaştı ki, doğal çevrenin normale dönmeye başlayabilmesi için, tüm dünyada on yıllar sürecek bir çalışma gerekiyor. Kapitalizmin doğası kar olduğu için, böyle bir çalışmayı yürütebilmesi mümkün değildir. Yaklaşık 100 yıl kadar önce Rosa Luxemburg “Ya sosyalizm, ya barbarlık” demişti. Sosyalizmin yenilgisiyle dünya barbarlık çağına girdi. Artık önümüzdeki tercihin adı “Ya sosyalizm, ya ölüm”dür. Sosyalizmi kurmassak, kapımıza dayanan yok oluş sürecini geri çevirme şansımız yoktur.

Bir yok oluş eşiğinde olduğumuzun ipuçları on yıllardır kendini gösteriyor. İklim değişiyor, küresel ısınma yazımızı da kışımızı da mahvediyor. Mevsim farkları ortadan kalkıyor. İnsanı boğacak kadar şiddetli sıcak hava dalgaları her yıl daha uzun sürüyor ve her yıl yüzlerce can alıyor. Dünyanın kimi bölgeleri son yıllarda kuraklık çekmeye başlarken, kimi bölgelerde de sel felaketlerinde on binlerce insan ölüyor. Kimimiz suya hasret kalıyoruz, kimimiz fazla suda boğuluyoruz. Marmaris’te, Bodrum’da canlar yanarken; Kastamonu’da, Sinop’ta canlar boğuldu aynı günler içinde.

Kapitalizm öldürür: İklim değişikliği ve küresel ısınma

Dünyanın bugünkü ortalama sıcaklığı 14 derece civarındadır. Bu sıcaklığı bugün sıklıkla boğucu havaların sorumlusu olarak açıklanan sera etkisine borçluyuz. Güneşten gelen ışınların büyük bir kısmı yeryüzünden geri yansıyarak uzaya döner. Dönen bu ışınların bir kısmı atmosferde tutularak sera etkisine neden olur. Atmosferde kalan bu ısıyla dünya ısınır. Bugünkü ortalama sıcaklığın nedeni budur.

İngiltere’de muhafazakar Chatham House’un yayımlanan ilkim değişikliği raporundan Ergin Yıldızoğlu’nun 30 Eylül 2021 tarihli Cumhuriyet Gazetesi köşesinde aktardığı özet şöyledir: “Kısaca aktarırsam, Paris İklim Anlaşması’nın koyduğu 1.5 °C’lik sınırın altında kalma olasılığı bugünkü koşullarda yalnızca yüzde 1. Yaşamın artık onulmaz düzeyde cehenneme dönmeye başlayacağı 2.7 °C’lik sınırın altında kalma olasılığıysa yalnızca yüzde 5. Rapor, eğer CO2 üretimi bugünkü düzeyde artmaya devam ederse sıcaklık artışı 2050’ye kadar 7 °C’ye ulaşabilir, diyor.

Bir ‘orta yol’ senaryo üzerinde duran rapor, 2040-2050’ye kadar 2,7 °C altında kalsa bile orman yangınlarının yüzde 800 artmasını, 2040’a gelirken her yıl 3,9 milyar insanın aşırı sıcak dalgalarından etkilenmesini, dünyanın ekmek teknesi olarak görülen üç tahıl havzasında aynı anda ürün kaybının gerçekleşme şansının yüzde 50 artmasını bekliyor. 

Yeryüzünden 100 km. yukarıya dek uzanan atmosferi oluşturan gaz tabakasının yüzde 99’undan fazlasını oksijen (%21) ve nitrojen azot (%78) oluşturur. Bunla güneş ışınlarını tutmazlar. Geri kalan yüzde 1’lik kesim ise karbondioksit (%0,04), hidrojen, su buharı, argon, metan gibi gazlardan oluşur. Sera etkisini bu gazlar yani karbonmonoksit, metan, ozon, kloroflorokarbon, nitrooksit ve su buharı oluşturur ama en önemlisi karbondioksittir. Belli bir konsantrasyondaki sera gazları hayati önemdedir. Onlar olmasaydı dünya bugünkü sıcaklığından 30-33 derece daha soğuk olurdu. Sera etkisi arttığında dünyanın ortalama sıcaklığı yükseliyor ve uygun yaşam sıcaklığının artışı, gezegenimizdeki hayatı tehdit etmeye başlıyor. Eriyen buzullar deniz seviyesini yükseltiyor, buzulların altına sıkışmış metan gazı serbest kalıyor ve atmosferdeki sera etkisinin büyümesine katkı sağlıyor. Sıcaklık artmaya devam ettikçe kıyı kentleri yükselen suların altında kalarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelecek. Deniz suyu sıcaklığının yükselmesi de yeni ve daha güçlü fırtınaları, kasırgaları tetikliyor. Antalya’da, Ege’de, Anadolu’nun içlerinde görülen hortumlar bu ısınmaların sonucudur.

Küresel ısınma şimdiden binlerce canlı türünün yok olmasına neden oldu ve binlerce tür de yok olma tehdidiyle karşı karşıya…

Atmosferdeki sera gazları konsantrasyonunun artışındaki temel neden kapitalist ekonomi politikalarıdır. BM verilerine göre atmosferdeki karbondioksit miktarının yüzde 80’i sanayi ve ulaşım kaynaklıdır. Bu verilerde eksik olan savaşlardır. Dünyanın her yerini ateşe ve kana bulayanlarının, bu savaşlarda kullandıkları araç-gereç, silah ve bombaların yarattığı ve bunların üretimi sırasında ortaya çıkan gazlar da bu yüzde 80’in içindedir. Savaşın doğrudan yıkımı karşısında bu tali zarar hiçbir şey gibi görülebilir ama asla ihmal edilmemelidir.

Kapitalist üretim her şeyden önce el koyacağı artı değerin büyümesine, karın büyümesine bağlıdır. Üretimde insan ihtiyaçları değil, tekellerin karı esastır. İnsanların ihtiyaçları, artı değerin taşıyıcısı oldukları ölçüde önemlidir ama kapitalist bununla yetinmez, bizzat ihtiyaç örgütlemeye girişir. Rekabet nedeniyle toplam üretim ihtiyacın çok ötesinde yapıldığından hem kaynakların talan edilip tüketilmesinden hem de üretim boyunca çevrenin kirletilip doğaya geri dönüşe çok zararlar verilmesinden sakınılmaz. Hatta artık özellikle, doğanın en güzel alanları hedef alınmaktadır. Örneğin bugün hiçbir üretim yapılmasa bile dünyaya 1600 yıl yetecek kadar altın olmasına rağmen, maden tekelleri dünyanın dört bir yanında doğayı tahrip ederek, ormanları yok ederek, siyanürle toprağı zehirleyerek altın çıkarmaya devam ediyorlar. Bergama hafızalardayken Kazdağları yaşanan örnektir.

Kapitalistler daha fazla artı değere el koyabilmek için daha fazla meta ürettiğinden artı değerin gerçekleşmesi için daha fazla tüketimi de hedefler ve buna uygun yaşam biçimi örgütler. Daha fazla tüketim için reklamlardan dizilere, sinema filmlerine, magazin haberlerine dek her araç kullanılır ve ihtiyaç “üretilir“. Pırlanta reklamları buna örnektir. Her kadının tektaş pırlanta yüzüğü olması gerektiğini vazeden reklamlar artık yüzükle yetinmiyor, pırlanta kolyeler, bileklikler “pırlanta her kadının hakkıdır” sloganıyla pazarlanıyor. Geçmişte bir sanatçıya tektaş yüzük üzerine şarkı bile yazdırmışlardı. Bu şarkı aylarca tüm kanallarda yayınlanmış ve üzerine söyleşiler yapılmıştı. Afrika’da yüzbinlerce insan elmas uğruna katlediliyor, köle olarak kullanılıyorken, kanlı elmasları insanlara “romantik” şarkılarla, filmlerle satıyorlar. Kim kanlı bir yüzük takmak ister ki?

Baz istasyonlarının çevreye ve insan sağlığına ölümcül etkileri ortada olmasına rağmen cep telefonu ve ondan daha zararlı olan kablosuz internet ihtiyaç haline getirildi. Bunun gerçek bir ihtiyaç oluşu ile toplumsal yaşama olumlu etkileri gözardı edilemez. Ancak sağlığa dönük olumsuz etkilerini önlemek için tek bir yatırım yapılmadı, yapılmıyor. Çünkü bu karlı değil. Ancak tekeller için kar olanağı ortaya çıkarsa, böyle bir araştırmaya, yatırıma girişirler.

Sanayi işletmeleri fabrikalar pahalı oluyor diye filtre kullanmadıkları için zehirli atıklarla hem toprağı hem de atmosferi kirletiyor, sera gazı konsantrasyonunu yükseltiyorlar. Havanın ve toprağın kirlenmesi karşılıklı olarak birbirini besliyor.

Temiz Hava Hakkı Platformu‘nun yayınladığı ‘Kara Rapor 2021’e göre, “2020 yılında Türkiye’deki illerin yarısında, yani 42 şehirde kanserojen olan ince partikül (PM 2.5) seviyesi yeterli düzeyde ölçülmedi. 2020 yılında Türkiye’de sadece 2 ilde (Bitlis ve Hakkari) Dünya Sağlık Örgütü‘nün (DSÖ) önerdiği kılavuz değerinin altında temiz hava solunduğu belirtilen raporda 2020 yılında yeterli veri alınabilen 72 ilin Partikül Madde değerleri (PM 10) incelendiğinde 45 ilde hava kirliliğinin ulusal sınır değerlerini dahi aştığı açıklandı. Raporda, orman yangınları nedeniyle hava ve iklim değişikliğine de sebep olan siyah karbon kirletici salındığı da belirtildi…” (Ölüm Verisi Gizleniyor, Cumhuriyet, 1 Ekim 2021)

Otomotiv sanayi hem üretim sırasında hem de trafikte artan otomobillerin bıraktığı gazla atmosferdeki karbondioksit miktarını önemli ölçülerde artıyor. Büyük otoyolları, otomobil parklarıyla önemli ölçüde toprak betonla kaplanıyor. Hava ve gürültü kirliliği baş aktörlerinden olan otomobiller, dünyada üretiken petrolün yüzde 56’sını tüketiyor. Toplu taşımı politikalarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla birlikte, elektrikli araç üretimi kirlenmeyi önemli ölçüde azaltılabilecekken, otomotiv ve petrol tekellerine engelleniyor. Her yıl milyonlarca ton çelik, cam, plastik vb. maddelerotomobil çöplüklerinde heba ediliyor. Son dönemde geri dönüşüme ilgi artsa da yeterli düzeyde geri dönüşüm sağlanamıyor. Çünkü kapitalizm, planlı bir üretime değil, üretim anarşisine dayanıyor. Yeni ürünler için çalışan sanayiler de hem kaynakların daha fazla tüketilmesine hem de çevrenin daha fazla kirletilmesine neden oluyor.

Küresel ısınma öyle bir süreç ki, bir kez başladı mı, kendini besleyen ortamı bizzat yaratıyor. Buzullar eridikçe, diplerde birikip sıkışmış metan gazları serbest kalıyor. Deniz ve göller buharlaşma arttığı için atmosferdeki su buharı de artıyor sıcaklık kuraklığa neden oluyor, kuraklık çok yangına. Böylece havayı soğutacak orman alanları azalıyor, sera etkisi de artıyor ve ısınmanın hızı yükseliyor.

Kapitalizm öldürür – doğa yok oluyor 

“Kapitalist üretim insanları kentlerde biraraya getirir ve kentli nüfusun giderek artan bir öncelik kazanmasına neden olur. Bunun iki sonucu vardır. Bir yandan toplumsal harekete geçirici gücünü yoğunlaştırır, öte yandan insanla yeryüzü arasındaki metabolik etkileşimi bozar, yani insanların besin ve giyecek olarak kullandığı toprağın oluşturucu unsurlarının yeniden toprağa dönmesini önler ve böylece toprağın kalıcı verimsizliğinin ebedi doğal koşulunun işleyişini engeller… Fakat bu metabolizmayı çevreyelen koşulları tahrip etmek… Onun toplumsal üretimin düzenleyici yasası olarak ve insan soyunun tam gelişimine uygun bir biçimde sistematik yenilenmesini de zora sokar… Kapitalist tarımdaki tüm ilerlemeler yalnızca işçiyi soyma değil, aynı zamanda doğayı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinde sağlanan her artış, bu verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarının tahrip edilmesi yönünde bir ilerlemedir. Kapitalist üretim bu yüzden tekniğin ve üretimin sosyal süreçlerinin bütünleşme derecesini eş zamanlı olarak, ancak bütün zenginliğin asıl kaynağı, toprağı ve işçiyi kurutmak üzere geliştirir.“ (Marx) 

Marx 150 yıl önce bunları söylediğinde kapitalist üretimin zorunlu olarak doğayı bozacağını, onu tümüyle tüketeceğini ifade ederken, bunun buna yakın olacağını, doğanın bügünkü bozulma hızını herhalde tahayyül edememiştir. Ancak, işte 150 yıl sonra Marx’ın söylediği noktadayız. 

Dünyanın dört bir yanında yok edilen ormanlar, zehirlenen toprak, kurutulan bataklıklar, nehirlere-denizlere bırakılan kanalizasyon ve fabrika atıklarıyla canlı türleri yok olurken, dünya üzerindeki hastalıkların üçte birinin nedeni de bu çevresel kirlenmedir. Son yaşadığımız covid-19 kaynaklı pandemi de kapitalistlerin durmadan yerleşim yerleri açarak, diğer canlı türleriyle-onlar yok olmadan önce- doğal olmayan temas halinden kaynaklanıyor. Onların yok olmasının yaratacağı olumsuzluklar da bambaşka sorunlar çıkaracaktır. 

Tüm bunları, kapitalistlerin durmaksızın kar etme, sermayelerini büyütme ihtiyacı nedeniyle yaşıyoruz. Kapitalizm öyledir ki, yedikçe daha fazla acıkır, sermaye biriktikçe daha fazlasını ister ve bunun için doğayı talan edip insanlara ve diğer canlı türlerine yaşam alanı bırakmaz. Bugün olan budur ve onların tüm zenginliği, geri kalan milyarlarcamızı hem günlük yaşam ihtiyaçlarının karşılanması hem de doğal çevrenin yok olması açısından gün gün daha da yoksullaştırıyor. 

Kapitalizm öldürür – savaşlar – nükleer silahların kullanımı – nükleer enerji 

Kapitalist emperyalizm doğal kaynakları sömürebilmek, denetleyebilmek için dünyayı savaşlarla yangın yerine çevirip milyonlarca insanı katlederken, bu savaşlarda kullandığı silahlarla doğaya da geri dönülmez zararlar vererek, yine milyonlarca insanı kuşaklar boyunca katletmeye devam etmektedir. Silahlar, nükleer silahlar, silahları taşıyan ve ateşleyen araç ve platformlar, personel taşıyan araçlar, gözetleme araçlarıyla bir bütün olarak savaş sanayisi, kapitalizmin yaşamı tüketen üretim alanlarından biridir. Buradaki “üretim alanı“ deyiminin ironikliği ortadadır. ABD bombaları nedeniyle yapısı bozulan Irak topraklarının tekrar sağlıklı yapısına kavuşabilmesi için tam 700 yıl geçmesi gerekiyor. Irak halkı 700 yıl boyunca topraktan sağlıklı ürün alamayacak. 700 yıl boyunca Irak’ta yaşam ipotek altında olacak… Irak saldırılarında, Somali’de, Bosna’da, Afganistan’da kullanılan seyreltilmiş uranyumlu bomba ve mermiler çevreyi yaşanmaz hale getirdi. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan bu topraklar yüzlerce yıl kanser gibi ölümcül hastalıklar yaymaya devam edecek. 

Fosil yakıtlarla çalışan enerji santrallerine karşı nükleer enerji üretiminde girdi maliyeti çok daha düşüktür. Dolayısıyla birincilere göre çok daha fazla kar orantısına sahiptir. Ancak maliyet yalnızca kapitalistler için düşüktür. Ortaya çıkan atık sorunu işçi ve emekçilere çok pahalıya patlamaktadır. Atıklardan oluşan çevre kirlenmesi ve kazalar ölümlere ve nesiller boyu ölümcül hastalıklara neden olmaktadır. Nükleer kazalarda yalnızca kaza çevre değil radyoaktif bulutların sürüklenmesiyle ve Fukuyama’daki gibi sızıntının okyanusa yayılmasıyla tüm dünyadaki canlı yaşam zarar görmektedir. Çernobil hafızalarda tazedir ancak daha önce ondan büyük iki kaza olmuştur: 1957’de İskoçya’da Windscale ve 1979’da ABD’de Three Mile Island kazaları. Her fırsatta sosyalizme dair totaliter-anti demokratik diye kara propaganda yürüten emperyalistler bu kazaları gizlemiş, Windscale kazası 25 yıl sonra ortaya çıkarılmıştır. Bu kazanın boyutları hiçbir zaman tam olarak açıklanmamıştır. Bugüne kadar felaket boyutlarına ulaşan 171 nükleer kaza kayıtlara geçti. Sonuncusu deprem nedeniyle de olsa Fukuyama’dır. 

Bir nükleer santralin çevreye zarar vermeden sökülebilmesi için kurulumunun 8-10 katı kadar maliyet ortaya çıkmaktadır. Elbette bu maliyet, işçi sınıfının, kent yoksullarının sırtına yüklenmektedir. Güneş ve rüzgardan elde edilecek enerjinin doğaya hiçbir zararı yoktur ve gereken enerjinin tamamı bu yolla karşılanabilir. Ancak kurulum maliyetleri hem kapitalistler için henüz pahalıdır hem de fosil yakıtlarla üretim yapan tesislerden halen yüksek karlar elde edilmektedir. Enerji üretimi yöntemindeki dönüşüm, otomotiv başta olmak üzere birçok başka endüstride de yenilenme maliyeti yaratacaktır. Bu nedenle kökten bir yaklaşımla üretim şeklini dönüştürmek, tekeller tarafından engellenmektedir. 10-12 yıl önce ülkede yaşanan örnek çarpıcıdır. Enerji Bakanlığı rüzgar santrali kurmak isteyen bir başvuruya “biz elektiriği Bulgaristan’dan alıyoruz, yerliye ihtiyacımız yok“ cevabı vermiştir. Bunun dışında rüzgar santralleri kurmak için yapılan başvuruların yüzde 70’ine, o dönem cevap bile verilmemiştir. İşte tekellerin gücü budur. İşte devletin tekellerin devleti olması tam da bu demektir. 

Çevre sorunu sistem sorunudur 

Yukarıda anlatıp aktardıklarımızdan da anlaşılacağı gibi çevre sorunu sınıfsal, yani bir sistem sorunudur. Artı değerin somutlandığı meta üretimi ve kar üzerine kurulu bir sistemde her kurum günlük, aylık karını düşünecek, sermaye birikimini çoğaltmak için doğayı tahrip etmekten kaçınmayacaktır. Ve kaçınmıyor da. Bu kurtlar sofrasında isteseler de başka türlü davranamazlar. Başka türlü davranmak kurtlar sofrasında yem olmakla sonuçlanır. 

Sorunun temelinde kapitalizmin doğası vardır. Üretici güçlerin bugün ulaştığı seviye, dünyadaki tüm insanlar için yetecek bütün temel ihtiyaçların fazlasının doğaya zarar vermeden, bu sırada geçmişte verilen zararları telafi edecek adımları da atabilecek boyuttadır. BM verilerine göre tüm dünyada üretilen tahıl insanların günlük 3000 kalori ve 74 gram protein ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlilikte hatta daha fazladır. Buna rağmen milyonlarca insan yiyecek ekmek bulmakta zorlanırken; bebekler, çocuklar, gençler, yaşlılar açlıktan ölmeye devam ediyor. Emperyalist metropollerde ise fazla tahıl hayvan yemi ve biyo-yakıt olarak kullanılıyor!

Kapitalizm ihtiyaç yaratarak fazla üretimin bir kısmını eritebiliyor. Eritemedikleri ise depolarda atıl bekliyor. Pırlanta gibi temel zorunluluk taşımayan metalar için harcanan para, dünyanın dört bir köşesindeki temel sorunların çözümü için gerekenden kat be kat fazladır. Bazı verilere göre kadınların üreme sağlığı için 12 milyar dolar; evrensel okur yazarlık için 5 milyar dolar; herkesin temiz içme suyuna kavuşması için 10 milyar dolar; bütün çocukların aşılanması için 1.3 milyar dolar gerekirken; dünyada makyaj malzemelerine 18 milyar dolar, parfüm için 15 milyar dolar, deniz seyehatleri için 14 milyar dolar ve sadece Avrupa’da dondurmaya 11 milyar dolar harcanmaktadır. Burada sorun kapitalizmin neden insan ihtiyaçlarını organize etmediği değildir. Sorun, onun böyle bir doğasının yani yeteneğinin olmadığıdır. Tekeller böyle bir seçeneğin varlığını bile düşünmezler. “Düşünebilen“, “insancıl“ bir kapitalist ortaya çıksa bile, ancak kendi birikmiş sermayesinden bir kaç “iyilik“ kuruluşuna yardımın ötesine geçemez. Bunu da ancak bu yardımları vergiden düştükleri durumda yaparlar. 

Dünyada her yıl yapılan askeri harcamaların miktarı 900 milyar doları aşmaktadır. Bu miktar NATO ve Çin-Rusya bloklarının karşılıklı silahlanma politikaları ve Suriye, Irak, Afganistan ve dünyanın çeşitli yerlerindeki irili, ufaklı savaşlarla birkaç katına çıkabilmektedir. Sadece silahlanmaya harcanan miktar ile bugün küresel ısınmaya neden olan üretim faaliyetleri kökten değiştirilebilir. Ancak bunu, bireyle tür arasındaki çelişkiyi çözebilecek bir kardeşlik toplumundan yani sosyalizmden başkası yerine getiremez. Sosyalizm artık insanlık için ihtiyaç haline gelmiştir. 

Dünyada en zengin 28 kişinin serveti, tüm dünya nüfusunun yarısından fazlasının zenginliğine ulaşmıştır. BM bünyesinde yapılan hesaplara göre dünyadaki en zengin 400 dolar milyarderinin geliri yüzde 4 oranında vergilendirilirse (işçiler dolaylı vergiler hariç gelirlerinin yarısı kadar vergi ödüyorlar, dolaylı vergilerle bu oran yüzde 80’lere ulaşıyor) yeryüzündeki yoksulluğun kökü kazınabilecek ayrıca tüm sağlık sorunları da çözülebilecektir. Evet Marx’ın dediği gibi, tüm bu zenginlik “insanı ve toprağı kurutmak“ üzere/uğruna oluşturulmuş ve sürdürülmektedir. 

Kapitalizmin bitmek bilmeyen kar hırsı doğayı talan ederken işçi ve emekçileri de sömürür. Doğanın talanından işçi ve emekçiler bir fayda sağlamazlar. Dolayısıyla bundan çıkarı olan sınıf yani burjuvazi, doğanın bozulmasının, çevre felaketlerinin oluşmasının yani ekolojik krizin bizzat sorumlusudur. Bu da kapitalizmin doğasından kaynaklanmaktadır, çevre bilincinin, çevreye duyarlılığın ilk şartı kuşkusuz anti-kapitalist, anti-emperyalist mücadeledir. 

Sosyalist hareket ve çevre

Sosyalist hareketin bugüne kadar çevreye dair ciddi bir politikası olmadı. Bunun sonucunda burjuvazi “hümanist“ çevreci hareketlerle, sınıftan kaçarak dönüşüm geçiren eski sol hareketler tarafından bu alan dolduruldu. Özellikle sıınıftan, mücadele arenasından kaçan kimi sol kesimlerin çevrecilik üzerinden burjuva saflara taşınması, devrimci hareketler tarafından çevreye ilişkin bir küçümseme eğilimine yol açtı. 

Sosyalist hareket çevreye doğayla insan ve üretim ilişkileri çerçevesinden bakmak yerine, Marksizmin ekonomist-halkçı yorumuyla bakarak alanı ukala çevreci hareketlere duyulan tepki, onların çevreden başlayarak tüm sorunlara dair sosyalizmi kapitalizme eş tutan saçmalıkları aşırı ciddiye alınarak zaman zaman çevreye zarar veren burjuva politikalara sessiz onaylara dek gitti. Nükleer enerjiye, gen teknolojisine,üzerinde ciddi durulmadan, erken söz söyleme hastalığının da etkisiyle, bu teknolojilerin burjuvazinin elinde oluşuna aldırmadan onay veren yaklaşımlar, ekonomik kalkınmacı bir sosyalizm anlayışını taşımaya devam ederken, çevreye dair politikasızlığı da sürdürdüler. 

Marksizme dair burjuva safsatalarının başında, onun doğaya önem vermediği, doğaya egemen olma anlayışıyla doğayı salt bir yararlanma, tüketme aracı olarak gördüğü iddiası gelmektedir. Buna kanıt olarak da Marksizmde ayrı bir ekolojik söylem olmadığı, “doğaya egemen olma“ anlayışının Marx ve Engels’te dile getirildiğidir. Cevabı hem Marx hem Engels versin:

“İnsanın fiziki ve entelektüel yaşamının doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendine sıkı sıkıya bağlı oldığunu söylemekten başka hiçbir anlama gelmez. Çünkü insan doğanın bir parçasıdır.“ (Marx) 

İnsanla doğanın bütünlüğü… İşte Marksizmin doğaya bakışı budur. Demek ki insanın kurtuluşu doğanın da kurtuluşu olacaktır. 

Ne var ki kendimizi insanın doğaya karşı zaferlerinin öyküsüyle pohpohlamayalım. Çünkü bu türden her zaferde doğa bizden öcünü alır. Her zaferin başlangıçta beklediğimiz sonuçları getirdiği doğrudur. Fakat ikinci ve üçüncü adımlarda tümüyle farklı, önceden görülmemiş etkiler, çoğu kez ilk adımın sonuçlarını iptal etmek üzere ortaya çıkar. Mezopotamya’da, Yunanistan’da, Anadolu’da ve başka yerlerde işlenebilir topraklar için ormanlar tahrip eden insanlar bunu yapmakla, ormanlarla birlikte suların bütün toplanma merkezlerini ve yedek kaynaklarını ortadan kaldırmakta olduklarını ve bu ülkelerin bugünkü hazin durumlarının yolunu açtıklarını hayal bile etmemişlerdir. 

Alpler’deki İtalyanların Kuzey’de öylesine güzel korunan çam ormanlarını güney yamaçlardan temizlerken, bunu yaparak bölgenin süt ürünleri sanayisinin kökünü kuruttuklarına ilişkin en ufak fikirleri yoktu; böylelikle dağlarını su kaynaklarının büyük bölümünden yoksun bıraktıklarını ve kalanların da yağmur mevsimlerinde ovalara daha yıkıcı biçimde yol açtıklarını hayal bile etmemişlerdir. 

Böylece her adımda bir fatihin yabancı bir halka hükmettiği gibi, doğanın dışında duran biri gibi hükmedemeyeceğimiz ama etimiz, kanımız ve beynimizle doğaya ait olduğumuz, onun içinde yaşadığımız ve onun üzerindeki bütün hakimiyetimizin, onun yasalarını öğrenmekle ve doğru biçimde uymakla, diğer bütün yaratıkların üzerinde bir avantaja sahip olmamızdan ibaret bulunduğu yüzümüze vurulur. 

Toprağı- her şeyimiz, varoluşumuzun ilk koşulu olan toprağı- bir alışveriş nesnesi yapmak, insanın kendisini bir alışveriş nesnesi yapmaya doğru son adımdır. Bu o günden bu güne dek, ancak kendine yabancılaşmanın ahlaksızlığınca geride bırakabilecek bir ahlaksızlıktır. İlk mülk edinme- toprağın azınlığın tekeline alınma ve geri kalanların hayatlarının koşulundan dışlanması- bunu izleyen toprağın mal kılınması ahlaksızlığından başka bir şey doğurmaz.“ (Engels) 

İnsanın doğanın bir ürünü ve parçası olduğu, onunla ilişkisinin, üretimin onun yasalarına uyumlu olması gerektiği, yani doğanın her zaman korunması gerektiği daha nasıl anlatılabilirdi? 

Ama, evet, Marx ve Engels’in 150 yıl sonrasını birebir öngörmeyerek 150 yıl sonra iklim değişikliğinden, büyük yangınlardan; tomruklarla, sel yataklarına yapılan binalarla etkisini artıran sel felaketlerinden, havaya salınan gazların sera etkisini artırmasından; mercan kayalıklarının yokedilmesinden, nükleer kazalardan hiç söz etmeyerek suçlu olduklarını açık yüreklilikle her Marksist kabul etmeli!! Evet, Marx ve Engels kahin olmamakla suçludur!!

Doğa böylesine kirletilmemiş ve yıkım tehlikesinden uzak bir ihtimal gibi bile görülmemiş, o dönemde, doğaya yaklaşımı bütünden ayırıp özel bir alan haline getirmek ne kadar anlamsız olacaksa bugün de o kadar anlamsız olacaktır. Bugünün dünden farkı, yıkıma karşı pratik bir tavır geliştirmenin ve bunu sınıf mücadelesine tabi kılınmasınıngerektiğidir. 

Çevreci hareketler tüm çabalarına rağmen çözümsüzlükten başka bir şey üretemezler

Soruna çözüm üretmek için ortaya çıkan çevreci hareketler, ilk çıkış heyecanı ile dinamik bir görüntü sergileyebilmişlerse de, sorunun kaynağını ve çözümünü doğru bir perspektifle ortaya koyamadıkları için bir takım sistem içi taleplerle düzeltmeler peşinden koşuyorlar. Bu yüzden de nefesleri yetmiyor, tıkanıyorlar. Bu tıkanmanın sonucu kimisi tekellerin doğrudan hizmetine girmiş kimisi de ABD, AB ve Soros gibi spekülatörlerin fonlarından beslenmeye başlamış, sistemi ve onun çevreyi kirleten, doğayı yokeden etkinliğini aklayan araçlar haline gelmişlerdir. Kimileri de halen aynı samimiyetle soruna çözüm arasalar da etkisiz halde kalmaktadırlar. Bu durum devletlere de esin kaynağı olmuş, devletler eliyle çevreci- doğacı örgütler kurulmuştur. 

İroniktir, Greenpeace’in çevre eylemlerinde kullandığı gemi, sintine boşalttığı için birkaç kez ceza yemiştir. Bu örgütler kısa zamanda fonlarla çalışır hale geldikleri için özerkliklerini yitirmiş, eleştirdikleri anti-demokratik devlet örgütü modeline yerleşmişlerdir. 

Çevreci hareketler, ekolojik felaketin ekonomi politiğini ortaya koyamamakla, koymamakla malüldürler. Bunu yapmadıkları için çevreyi bir meta olarak değerlendiren, dolayısıyla tüm işleyişiyle doğayı yıkıma uğratan kapitalizm içinde, kendilerini ve yıkıma karşı direnen emekçileri illüzyona düşürerek, bıkkınlık yaratarak, kapitalizmin bilinçli ya da bilinçsiz aracı olmaktan başka bir işlev görmezler. Tüm sivil toplum örgütleri gibi demokratik iç işleyişten uzaklaşıp, kitle faaliyetinden koparak sistemi yeniden üretmekle meşgul olurlar. 

Sorunun çözümünde özne işçi sınıfı olacaktır

Ekoloji sınıfsal bir sorundur, dolayısıyla çözümü de sınıfsaldır. Küçüğü büyüğüyle burjuvazi soruna çözüm üretemez. Çünkü sorunu bizzat yaratan ve her an derinleştirmekten başka bir iradesi olmayan odur. Bu yüzden çözüm için kapitalizmin aşılması şarttır. Kapitalizmi yok edecek, her türlü sömürüye, böylece doğanın sömürüsüne de son verebilecek yegane sınıf proleteryadır. İşçi sınıfı birleşip örgütlendiğinde, siyasi arenaya çıktığında günlük yaşamı da dönüştürücü bir etkiye sahip olacaktır. Ekolojik mücadele sosyalizmin mücadelesinden ayrılmayacak siyasal içeriğe sahiptir. Proleterya ekolojik mücadeleyi sosyalizm yürüyüşünün bir parçası haline getirirse; yaşanabilir bir çevre bilincini, daha bugünden, üretim alanında yükseltebilirse, kapitalist sınıfı, çevreyi dikkate almaya zorlayabilir, onun kirletme politikalarını ciddi ölçüde sınırlayabilir. Örneğin filtre kullanmadan atıkları çevreye bırakan fabrikalarda önlem alınıncaya dek üretimi durdurmak, toplu sözleşme maddelerine kirletmeye karşı önlem alınmasını koydurmak ve daha onlarca değişik biçimle ekolojik mücadeleyi sosyalizmi hazırlayan siyasi mücadelenin bir parçası haline getirebilecektir. 

Bunun için öncelikle sorunu sosyalist hareketin özümsemesi ve doğayı korumaya dönük bir perspektif oluşturarak bunu sınıf mücadelesinin bir parçası yapması gerekmektedir. 

Çözümü sosyalizme havale ederek atıl kalmayı vaazeden görünüşte sol esasta sağ yaklaşımdan da; ekonomik kalkınmacı, teknik ilerlemeci yaklaşımlardan da kaçınmak şarttır. Çevreye ilişkin perspektifi pratikle bütünleştirerek işçi sınıfına sorun ve çözüm anlayışı taşınabilir. 

Sorun kendiliğindenciliğe terk edilemeyecek kadar ciddidir. Ege ve Akdeniz‘de, İtalya’da, İspanya’da, ABD’de yaşanan son yangınlar; Karadeniz’de, Almanya ve Belçika’daki sel felaketleri, her yıl şiddetli ve alanı genişleyen kasırgalar, sıcak boğucu hava dalgaları, mevsimlerin birbirine karışması ve bunlara neden olan faaliyetlerin dolu dizgin devam ettirilmesi, insanlığın bir eşiğe geldiğini gösteriyor. 

“Çevre bilinci“ edinilmesi bir duyarlılık sorunu değildir. Çünkü altyapıdan esas nedenden kopuk bir propagandayla, Tema Vakfı, Greenpeace eylemleriyle oluşacak “bilinç“ her sabah günlük nafakasını çıkarmak zorunluluğuyla ya da para hırsıyla güne uyanan kapitalist toplumda sürekli olarak parçalılık arz edecektir. Dev tekeller bizzat doğayı yok ederek, kaynaklarını tüketip her yeri kirleterek ayakta kaldıklarından; medya, hükümetler, belediyeler hatta hastaneler ve çevreciler eliyle insanların çevre ve etik anlayışlarını, bilinçlerini elbette bulandıracak, giderek yok edeceklerdir. Milyonlarca insanın günlük yaşanmdan kaynaklı zorunlu olarak ürettiği atıktan kat be kat fazlasını tek başına üreten bir deterjan tekeli “kirlenmek güzeldir“ sloganlı reklam filmiyle satışlarını artırmaya çalışırken, çevreye dair bilinci de bulanıklaştırıyor: Deterjanla yıkanmak için kirlen, kirlet elbiselerini, doğaya daha fazla zehir bırak… Sosyalizm perspektifine bağlanmayan sınıfsal mücadeleye içerilmeyen bir kendiliğinden çevre bilinci, doğayı koruyacak güçte, kalıcı bir bilince dönüşmez. Ancak siyasal bilinci kuşanmış işçi sınıfı sözünü söylediğinde, toplumun diğer kesimlerinin de sorunla doğru perspektifle ilgilenmesini sağlayabilir. Çünkü günlük yaşam ancak eyleyerek dönüştürülebilir. 

Doğa sosyalizmi çağırıyor

Kapitalist üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimine ayakbağı olurken, giderek onları tamamen yıkıma uğratmaya başladı… Bu da doğayı, dünyayı, yaşamı yıkıma sürüklüyor. 

Bu yıkımdan, yok oluştan doğayı, yaşamı kurtarabilmek için üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında bozulan dengeyi yeniden kurmak gerekir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kaldırılmadan bu denge kurulamaz. 

Üretimi, doğanın ve onun parçası olarak insanın ihtiyaçlarına göre örgütlerken diğer canlıları da merkeze alarak, cep telefonu, kablosuz internet bağlantısı gibi teknolojilerin doğaya, canlı yaşama zarar vermesini giderecek yöntemleri bulacak; otomotiv gibi durmadan kaynak yutan endüstriyi sınırlayacak, toplu taşımayı insanların tüm ulaşım ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde geliştirecek; çevreye zarar verme potansiyeli olan ama belli bir süre kullanımı da zorunlu olan endüstrilerde arıtma tesisi, güvenli atık depolama işlemini maliyet hesabı yapmadan kuracak; en büyük maliyetin çevrenin, toprağın, havanın, suyun kirlenmesi olduğunu bilince çıkaracak; bu endüstrileri en kısa zamanda çevreye zarar vermeyecek biçimde yenileyecek, bilim ve teknolojiyi doğal yaşama uygun olarak ele alacak; balık çiftliklerine, turistik tesisleri, arıtmadan denize bırakılan kanalizasyon suları ve endüstriyel atıklarıyla kıyı şeridinin yağmalanmasına ve denizlerdeki yaşamın kirletilmesine son verecek; kent trafiğini araca göre değil, insana, yaşama göre düzenleyecek, kentlerde yeşil alanları çoğaltarak, kent mekanını demokratikleştirecek; altın vb. madenleri için doğayı siyanür gibi zehirlerle talan etmeyecek; aşırı üretimle kaynakları tüketmeyecek; ormanları golf alanları için yok etmeyecek; dünyanın bir yanında milyonlarca insan açlık çekerken diğer yanında milyonlarca ton gıdayı çöpe atmayacak; doğal ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla temiz enerji üretecek bir bilinç ve pratikle yaşamı kurtarabiliriz ve böyle bir bilinç sosyalist bilinçtir. 

Özellikle son dönem Akdeniz ve Ege’deki büyük orman yangınları ve hemen sonrasında Karadeniz’deki sel felaketi, Marmara denizindeki müsilaj, tüm bu sorunlara karşı siyasal iktidarın tek bir yaşamsal örgütlenmeyle dahi karşılık verememesi, yara sarmak yerine iban numarası vererek yardım çağrısı yapması, insanların ancak birbirlerine sahip çıkarak yardımlaşma-dayanışmayla daha ağır sonuçlardan kurtulabilmesi ne yapılması gerektiğinin de göstergesi oldu. 

Artık yaşamak için dayanışmayı esas alacak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırıp, bunları toplumun malı haline getirecek, savaşlara son verecek yeni bir toplumsal ilişkiler biçimi insanlık için acil ihtiyaçtır. Bu yüzden doğa sosyalizm diyor, sosyalizmi çağırıyor. 

10 Ekim 2021 

Erol Zavar (Bolu F Tipi Hapishane)

Mahmut Soner (Elazığ Yüksek Güvenlikli 2 No’lu Hapishane)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.