Ahmet Sarıcan
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde 15-16 Haziran 1970’de gerçekleşen yığınsal işçi eylemleri müstesna bir yere sahiptir. Çünkü bu eylemler sadece bir hak arama veya tepki gösterme, protesto işleviyle sınırlı kalmamış; o sıralar işçi sınıfı aydınları arasında devam eden tartışmalara da damgasını vurmuştur. Tabii ki 15-16 Haziran gibi büyük bir işçi direnişinin öncesiyle bağlarını ve sonrasındaki etkilerini beraber ele almak gerekir.
1961 Anayasası’nın sağladığı nispi demokratik ortamda gençlik ve emekçi katmanlarda olduğu gibi işçi sınıfında da bir hareketlenme başlamıştı. Öyle ki her olayda gençleri coplamak için hazır ve nazır olan frukolar (Fruko bir meşrubattı ve o dönemde kıyafetlerinde yapılan değişiklik ve yeni şapkalarından dolayı gençler toplum polislerine fruko adını takmışlardı) bile iş bırakma eylemi yapmışlardı. Özellikle sendikal alanda örgütlenmeye çalışan işçiler patronun ve devletin acımasız saldırılarına hedef oluyorlardı. Ancak, patronun ayak oyunları da, grev kırıcıları da, kolluk kuvvetleri baskıları da işçi sınıfındaki hareketlenmeyi durduramadı. Hemen her gün fabrikalarda fiili durumlar oluşuyordu.
60’lı yıllar işçi sınıfının mücadele tarihine büyük harflerle yazılmış fabrika işgalleri ile doludur. Kavel, Demir Döküm, Sungurlu, Derby, Rabak, Singer vd. 60’lı yılların sonlarına doğru Batıda ortaya çıkan, bizim şimdi 68 hareketi, 68 ruhu dediğimiz devrimci kabarmadan Türkiye de nasibini aldı. Gelişmeler Türkiye’de çok daha etkili oldu. Özellikle hızla yayılan devrimci düşünceler ve örgütlenme becerisi kısa zamanda anti-emperyalist sokak gösterileri haline dönüştü.
Türk-iş’in sınıf uzlaşmacı politikalarına tepki gösterip Türk-İş’ten kopan sendikalar biraraya gelerek 1967’de DİSK’i kurdular. 68 rüzgarını da arkasına alan, sınıf sendikacılığı şiarıyla yola çıkan DİSK olağanüstü bir örgütlenme talebiyle karşılaştı. Umulmayan bir hızla büyüyen DİSK karşısına çıkan engelleri fabrika direnişleri ve fabrika işgalleri ile aşmaya çalışıyordu. Daha da çok metal iş kolunda DİSK’e bağlı Maden-İş sendikasının örgütlendiği fabrikalarda her gün direnişten direnişe koşuluyordu. DİSK’e bağlı sendikaların örgütlenme hızı sermaye sahiplerini korkuttuğu gibi, sarı sendika diye tabir edilen Türk-Iş’i de korkuttu. Hem iktidarda hem de Türk-İş’te DİSK’den kurtulmak için çalışmalar başlatıldı. İşte bu safhada 274 Sayılı Sendikalar Yasası ve 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nda yapılacak değişiklikler parlamentoya getirildi. Bu yasalarda yapılmak istenen değişikliklerle Türk-İş dışındaki sendikaların kapılarına kilit vurulmak isteniyordu. Sadece DİSK değil, bağımsız ve işyeri sendikaları da bu yasa değişikliğinden nasibini alıyor, hepsi kapanmakla yüz yüze geliyordu.
Bu yasanın yürürlüğe girmesini engellemek için DİSK gerek parlemento ve devlet yöneticileri nezdinde, gerekse kamuoyu nezdinde çeşitli çalışmalar yapmış olsa da sonuç alamadı. Bunun üzerine 14 Haziran günü DİSK’e bağlı işçi temsilcileri toplantıya çağırıldı. Bu toplantıya DİSK’in örgütlü olmadığı kimi yerlerden de seçili işçiler ve basın mensupları çağırılmıştı. Bütün gözler bu toplantıya dikilmişti. Toplantıya katılan ve konuşmalar yapan işçi temsilcileri kararlılıkla eylem diyorlardı. Eylem kararının öğrenilmesinden sonra 14 Haziran akşamı sendikal hareketin bütün ilerici, devrimci unsurları; sendikaların bölge ve şube temsilciliklerinde, parti binalarında (o tarihte TİP vardı), derneklerde (Kartal İşçi Birliği gibi) toplanıp yarını, yani 15 Haziran sabahını konuştular. Eylemin boyutlarını kimse önceden kestiremiyordu.
15 Haziran sabahı, özellikle Maden-İş sendikasının örgütlü olduğu fabrikalarda işçiler işbaşı yapmadılar. DİSK toplantısında alınan kararlara uygun olarak şalter indirme, fabrika önlerinde toplanma gibi eylemlere başladılar. Benim de içinde bulunduğum 15-16 Haziran eylemlerinin daha vakıf olduğum İstanbul Anadolu yakasında nasıl geliştiğini kısaca anlatmama izin veriniz.
Tugay Yolu’nda bulunan Maden-İş sendikasının örgütlü olduğu Singer, Silvan, Mühendislik Sanayi gibi fabrikalarda işçiler üretimi durdurup sokağa çıktılar. Komşu fabrikaların işçileriyle buluşup büyük kalabalıklar oluşturdular. Bu fabrikaların çoğunda Maden-İş örgütlenmesinin yanısıra çok sayıda, Harun Karadeniz’in öncülüğünde kurulan İBİB (İstanbul Bölgesi İşçiler Birliği) üyeleri de vardı. Kısaca Kartal İşçi Birliği adıyla tanınan bu derneğin mensupları sosyalist işçilerdi ve eylemin başarısında önemli katkılar sağladılar. Bölgedeki fabrikaların işçileri tarafından oluşturulan kortej Türk Iş’in yetkili olduğu Tekel Sigara Fabrikası’nda işçi birliğinin sınırlı fakat etkili örgütlenmesinin yarattığı enerji ile kapıya dayanan işçilerin yarattığı enerji birleşince Tekel işçilerinin eyleme katılması zor olmadı. Büyük çoğunluğu kadın olan Tekel işçilerinin eyleme katılması ve hatta başı çeker olması müthiş bir moral ve özgüven yarattı işçiler üzerinde. Yürüyüş kolu Kartal Yakacık yolu üzerindeki irili- ufaklı işyerlerinin çalışanlarını da içine alarak ve devamlı büyüyerek bu gün E5 dediğimiz, o zamanlar Ankara Asfaltı olarak bilinen caddeye varıldı. Yer yer polisin ve askerin engelleme çabaları aşıldı. Kortej Harem istikametinde akmaya devam ediyordu.(O zamanlar sloganlar atarak, coşku içinde yürüyen işçilerin arasında yaşadığım duyguları yıllar sonra Gezi Direnişi esnasında Kartal’dan köprüye doğru ilerleyen kalabalığın içinde yeniden yaşayacağımı nereden bilebilirdim!). Haymak Fabrikası önlerine geldiğimizde fabrika güvenlik görevlileri ile işçiler arasında bazı olaylar gelişti. Bu durum işçileri tahrik etti. Dönemin başbakanı Demirel’in yakınlarına ait olan bu fabrikanın idari bölümünü işçiler tahrip ettiler. Üst katta idarecilerin koltuklarını camlardan aşağıya attılar. Güvenlik görevlileri bertaraf edildikten sonra fabrika işçileri de eyleme katıldılar ve eylemin birinci günü böylece tamamlanmış oldu. Burada yapılan konuşmalarda ertesi gün Kadıköy istikametinde yürüneceği işçilere duyurulmak suretiyle dağılma gerçekleşti.
Ertesi gün yani 16 Haziran sabahı yine Tekel önüne gelen işçiler Tekel’deki sınıfdaşlarıyla buluştular ve Kadıköy istikametinde yürümeye başladılar. Bostancı’ya geldiğimizde kortejin başında kısa bir duraklama oldu. Minibüs yolundan devam mı yoksa Bağdat Caddesi’ne mi yönelecektik. Bağdat Caddesi o yıllarda Türkiye’nin en zenginlerinin ikamet ettikleri lüks semtlerden biriydi. Yürüyüş kolu oraya doğru harekete geçti. İşçi sınıfının bu görkemli eylemleri esnasında toplumdan hiçbir olumsuz tepki olmadı. Bağdat Caddesi’nde dahi alkışlayanlar, balkonlarına, pencerelerine bayrak asanlar doluydu. İşçiler Fener bahçe Stadı’na geldiğinde önce polis arkasında da asker barıkatları kurulmuştu. İşçilerin yarma harekatına polis gerçek mermilerle ateş ederek karşılık verdi. Polis kurşunlarıyla şehitlerimiz ve yaralılarımız vardı. Ama işçileri bozguna uğratmayı, dağıtmayı başaramadan kaçmak zorunda kaldılar. Biraz ilerde polisleri getiren otobüsü devirirken işçiler, otobüsün içinde gözaltına alınmış işçi arkadaşlarını görüp onları kurtaracaklardır. İşçiler tankların arasından yürüyüp Kadıköy Sahile ulaştığında askerin etten duvar ördüğü ve İstanbulun diğer yakasıyla irtibatın tamamen koparılmış olduğu görüldü. Kıyıda bağlı büyük-küçük hiçbir tekne kalmamıştı. Amaç İstanbul’un iki yakasındaki işçilerin birleşmesini ve dayanışmasını önlemekti.
16 haziran akşamı sıkıyönetim ilan edildi. Sendikacılar ve öncü işçiler gözaltına alınmaya ve tutuklanmaya başlandı. Çok sayıda işçi işlerini kaybetti, işten uzaklaştırıldı. Ancak çok açık olan ve dikkat çeken bir şey vardı. O da egemen sınıfların yaptıkları, yılgınlık yaratmaya, işçi sınıfını demoralize etmeye yetmedi. Sınıf mücadelesi hızından bir şey kaybetmeden devam etti.
Bu eylemin sol, sosyalist çevrelerdeki etkisi de büyük oldu. Marksist soldaki ; ‘’Türkiye feodal bir ülke mi yoksa kapitalist bir ülke mi?”, ‘’işçi sınıfı var mı, varsa objektif olarak mı var, sübjektif olarak mı var?’’ gibi tartışmaları büyük oranda bitirdi.
15-16 Haziran şanlı direnişi yarınlarda daha büyüklerine rehber olsun.