BİR HARBİYELİNİN MARKSİST OLMA ÖYKÜSÜ

1
5833

DİRENİŞ HAREKETİ davası sanıklarından Hamza Yalçın’ın savunması:

“Üçüncü Yol” iddianamelerinden ve dosyadan elde edebildiklerimi okumaya çalıştım. Sözlerime bu davada adları geçen şehit düşmüş devrimcileri; yani 12 Eylül öncesi öldürülen Cemalettin Yalçın ve Müslüm Çakıcı’yı, 17 Ocak 1981’de öldürülen Ali Aktürk ve Metin Adil Toraman’ı, 12 Eylül mahkemelerince düzmece bir yargılamayla alelacele idama mahkum edildikten sonra 29/29 Ocak gecesi asılarak katledilen devrimcilerden Kuleli Askeri Lisesi ve Harbiye öğrenciliğinden tanıdığım, Tuzla Piyade Okulu’nda kursiyer teğmenler olarak aynı evi paylaştığımız ve tanıyan herkes gibi benim de kişiliğine ve mücadelesine derin saygı duyduğum Ömer Yazgan’ı, Mahmet Kanbur, Erdoğan Yazgan ve Ramazan Yukarıgöz’ü ve onların nezdinde bütün devrim şehitlerini saygıyla anarak başlıyorum. Şehitlerimiz kişilikleri, fikirleri ve mücadeleleriyle emperyalizme ve faşizme karşı sosyalizm yolundaki “DİRENİŞ”imizde güç ve esin kaynağımızdırlar.

Hakkımda ileri sürülen iddialardan yalnızca devrimci olduğumu ve Marksist-Lenininst olduğum iddiasını kabul edebilirim. Örgüt üyeliği ve eylem iddialarını reddediyorum.Üyesi olduğum iddia edilen Üçüncü Yol adında bir örgütün varlığı hakkında bile bilgi sahibi değilim. Hatta “THKP-C Üçüncü Yol” adıyla kurulmuş bir örgütün ne şimdi ne de geçmişte varolduğuna inanmıyorum. Çünkü bu isimde bir örgütün varlığını doğrulayacak tek belgeye bile rastlamadım. Böyle bir belge “Üçüncü Yol” iddianamelerinde de yok. Suçlamayı destekleyecek bir program belgesi yok, tüzük yok; altında THKP-C Üçüncü Yol imzalı bir tek bildiri bile yok!

Üçüncü Yol ididanamelerinin 1975 sonrası Dev-Genç hareketi içindeki bölünmeden Dev-Yol’a ve Dev-Sol’a katılmayan üçüncü bir grubun varlığı üzerine kimi yarım yamalak bilgilere ve çoğu da uyduruk iddialara dayanılarak hazırlanmış olduğunu sanıyorum. Üçüncü Yol adının da polis uydurması olduğuna inanıyorum. İşte böylesi gelişigüzel düzenlenmiş bir örgüt suçlamasıyla karşınızdayım. Bu suçlamayı hazırlayanlar benim “mevcut Anayasal düzeni yıkıp Marksist-Leninist sisteme dayalı silahlı bir halk ihtilali yoluyla kurulacak sosyalist bir düzen gerçekleştirmeye” kalkıştığımı iddia ediyorlar. Bu amaçla “Üçüncü Yol Örgütü” adına eylemler yapmışım(!) Öyle iddia ediliyor!

İddianamenin “mevcut Anayasal düzen” dediği şeyi 12 Eylül’ün darbeci generalleri zaten yıktılar. Bu anlamda 12 Eylül öncesi mevcut olan Anayasal düzen için burada yalnızca “Allah rahmet eylesin” diyebilirim. O konuda bir sorunu olan başta 12 Eylül’ün darbeci generallerinin yakasına yapışmalıdır. Başkalarının zaten yıkmış olduğu bir şeyi yıkmaya kalkışmaktan yargılanmak bana pek mantıklı gelmiyor. Ama herhalde “mevcut Anayasal düzen” diye Türkiye’deki emperyalizme bağımlı baskı ve sömürü düzenini kastediyorsunuz.

Evet, emperyalizme bağımlı bu sömürü ve sefalet düzenine karşıyım. Bu düzenin ve onu koruyan devletin yıkılması ve yerine devrimci halk iktidarının kurulması için üzerime düşeni yapmayı görev bilirim. Ancak ben bu devleti “Üçüncü Yol Örgütü” adına yıkmaya kalkışmış bir değilim. Hakkımda ileri sürülen eylem iddialarını da reddediyorum. “Üçüncü Yol” adındaki örgüt hayal ürünüdür. Ve böylesi dayanaksız iddialarla bana ve aileme 13 yıldır çektirilenler, örgüt üyesi diye onca insana yapılan işkence, baskı ve zulüm devletin saldırganlığından başka bir şey değildir. Ne yazık ki bunlar Türkiye’de çok alışıldık şeyler. Binlerce insan benzeri asılsız iddialarla gözaltına alınıyor, başlarına getirilmedik bırakılmıyor. Düzen kendisi için tehlikeli gördüğü insanları safdışı etmek için kural tanımaksızın elinden geleni yapmaya çalışıyor.

İddianamelerde sözü edilen Üçüncü Yol adındaki örgütün varlığına ilişkin bir tek kanıt yok. Bana silahlı soygun suçlamaları yapılmış; bende yakalanmış tek kuruş soygun parası yok. Ne de soygunlara ilişkin herhangi bir maddi delil… Öldürme, yaralama, silahlı saldırı ve bombalama iddiaları var. Delil olarak bende yakalanmış silah yok. Bir tek eylem iddiası için olsun; aleyhimde tanık yok. Bir tek olayda bile, “olayda gördüğüm şahıs bu olabilir” diyen tanık yok. Polis eğer bu saatten sonra, yani onüç yıl sonra, birilerini zorla sahte tanıklığa razı edemezse ortada aleyhime tek bir tanık yok. Dahası, ne 1979’daki ilk yakalanmamda ne de bu yakalanışımda; ne poliste ne savcılıkta ne de mahkeme önünde suçlamaları kabul etmiş değilim. Ama akıllarına geleni yazmışlar suçlayıcı belgelere. İddianameleri okudukça adımın Gandi’nin öldürülmesine karıştırılmış olmamasına şükrediyorum. Bu mantıkla Atatürk’ün ölümünden de sorumlu tutabilirlerdi beni. Akıllarına gelmemiş demek…

Cinayet, soygun ve silahlı saldırılardan suçlanan benim gerçekte szanık değil mağdur olmam gerekir. Arjantin pavyonunda soygun olduğu gece jandarmaların babamın, annemin ve kardeşlerimin oturdukları evi arama bahanesiyle, darmadağın etmeleri ve arama sırasında annemle kızkardeşime ait paraların çalınması “silahlı gasp” değil midir? Bu konuda ailemin şikayette bulunduğunu sanıyorum. Ve 16.8.1979 tarihli el yazılı ifademde de buna değinmiş olduğumu gördüm. Görünürdeki görevi halkın malını, canını ve namusunu korumak olan güvenlik güçleri için ağır bir itham olarak kabul edilmesi gerekirdi bunun. Soruşturulduğunu bile sanmıyorum. Çünkü “güvenlik güçleri” için halkın malına, canına ve namusuna yönelik saldırılarda bulundukları hususunda toplumda zaten yaygın bir kanaat ve şikayetler vardır. Şikayetleri değerlendirmeye kalksalar yargıçlar ve savcılar başka iş yapmaya zaman bulamazlar.

Cinayet mi diyorsunuz? Bu davada adı geçen kardeşim Cemalettin Yalçın’ın Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ndeyken ölmesi cinayet değil midir? Cemalettin 21 Temmuz 1979’da silahlı saldırı sonucu yaralı halde gözaltına alındı. Bir ayı aşkın süre sonra yani 29 Ağustos’da ameliyata alınacağı sırada ailesine öldüğü haber verildi. Cemalettin’in ölümcül bir durumu yoktu. Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde durumu günden güne iyiye gidiyordu. Bir yanının felçli kalmaması için omurga yakınındaki bir kurşunun ameliyatla çıkarılmasına babası ikna edilmişti. Ancak Cemalettin’in daha ameliyata alınmadan narkoz sırasında öldüğü haberi verildi. İddianameye göre “inhibisyon neticesinde” ölmüş. Haydarpaşa Hastanesi’nde aynı dönemde buna benzer şaibeli başka ölümler de var;

26 Kasım 1979’da TKP ML/TİKKO davasından Ali Yılmaz;

16 Nisan 1980’de MLSPB davasından Hakkı Kolgu;

22 Mayıs 1980’de THKP-C Savaşçıları davasından Osman Mehmet Önsoy. Osman Mehmet Önsoy için de “mide ülserinden öldü” raporu verildi;

8 Ağustos 1980’de İGD yöneticisi Faruk Tuna.

Yukarıdaki isimler de aynı hastanedeki şaibeli ölümlerdir. Ölümlerin hastanede Yzb. Çetin Özeralp’in de içinde olduğu bir işkence ekibi tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. Nitekim 1980 yılında THKP-C Savaşçıları adlı örgüt Osman Mehmet Önsoy’un işkence sonucu öldürülmesinden sorumlu gördüğü Yzb. Çetin Özeralp’i öldürmüştür. Doğal karşılıyorum, çünkü insanlara yasal yoldan adalet arama olanağı verilmiyor. Nitekim babamın Cemalettin’in öldürülmesinin üzerine gitmeye gücü yetmedi. Sıkıyönetim; “Narkoz sırasında ölmüştü, kasıt yoktur” cevabıyla olayın üzerini kapadı. O sırada ben Selimiye’de tutkluydum. Askeri Savcı A. Turgut Gözen bir görüşmemiz sırasında; “Baban Cemalettin olayını boşuna kurcalıyor. O bir hademedir, ne yapabilir? Böyle sıkıyönetimi yıpratmaya çalışması senin davan üzerinde de olumsuz etki yapar” diye tehdit etmişti. Ben de kardeşimin işkenceyle öldürüldüğünü ve bunun hesabının bir gün mutlaka sorulacağını söylemiştim. Bugün aynı inancı koruyorum. Cemalettin’in öldürülmesi faşist bir cinayettir. Bunun hesabı bir gün mutlaka sorulacaktır.

Benim sanık değil mağdur konumda olmam gerekir. Bu devlet kimi yargılıyor; işkenceyle öldürdüğü insanın kardeşini mi? Arama bahanesiyle gecekondusunu defalarca başına yıktığı bir ailenin oğlunu mu yargılıyor? Babamı sudan sebeplerle kaç kez gözaltına aldılar! Son olarak ağabeyim H. Hilme Yalçın’la birlikte 20.1.1983 tarihinde gözaltına alınıp 40 gün poliste işkence ve eziyet gördükten sonra 10.3.1983 tarihinde salıverilmişti. Gözaltı nedeni resmi kayıtlarda ” TCK’nın 141/5 nci maddesini ihlal etmek” olarak geçiyor. Yani “gizli örgüte üye olmak”(!) Asıl sebep ise onları o sırada aranan durumdaki beni ve kızkardeşimi ele vermeye, onları aleyhimize ifade vermeye zorlamaktı. İşkenceyle sonuç alınamayınca babam ve ağabeyim işlerinden açığa alındılar. 12 Eylül koşullarında iki çocuğu aranan ve yardım alacak bir yeri ve başkaca geçim kaynağı olmayan bir insan için ağır bir durumdur bu. Aile aranan çocuklarının aleyhine davranması için açlıkla tehdit ediliyordu. Böyle onursuzca bir şeyi kabul etmediler. Karı-koca işportacılık yaparak geçimlerini gene sürdürdüler!

1983 Mart’ında babam ve ağabeyim poliste eziyet ve işkence görürken annem gene polis tarafından tedirgin edilmekten evi terketmek zorunda kalmıştı. O sırada polis evimize giriyor. Evde 9 gün karargah kuruyor. Ailenin yiyeceklerini ve zaten çok az kalmış yakacağını tümüyle bitiriyor. Polisler evin önünde bulunan köpek kulubesindeki pislikleri alıp evin odalarının duvarlarına sürüyorlar. Ahlaksızlıkları yetmiyormuş gibi, bir de, evde buldukları ozan Ruhi Su’nun türküleriyle dolu kasetlere ağza alınmayacak küfürleri kaydediyorlar. Evde ne var ne yok darmadağın ediyorlar. Yurtaşlarına karşı böyle sınırsız bir kin ve ahlaksızlıkla davranan devlet adına mı yargılanacağım ben?

Benim burada sanık durumuna düşürülmüş olmam gerçek adalet adına büyük çelişkidir. Hangi adalet adına yargılanıyorum; oğlunu öldürerek geride, kaybettiği oğlunun mezarını eşmeye çalışan bir anne bırakan devletin adaleti adına mı? O insana yaşatılan onca acılardan sonra, gördüğü onca zulümden sonra şimdi kendisini toparlayabilmiş olması mucizedir. Sizler sıkıyönetimin ve faşist darbenin zulmünü yaşadınız mı?

Devletin bize saldırısı yalnızca annem, babam ve kardeşlerimle sınırlı kalmadı. Anneannem, kızının oğullarından birinin öldürüldüğünü ve ötekisinin de yaralanarak hapse atıldığını, kızkardeşimin kaçak durumda kaldığını; ikide bir arama bahanesiyle annemin evinin başına yıkıldığını duyunca uğradığı şok yüzünden şuurunu kaybederek kör ve yatalak olmuş ve iki yıl tuvalete bile çıkabilmekten aciz, adeta can çekişerek ölmüştür. Devlet bana olan kininden köydeki dedeme ve köyün çobanına bile işkence etti. Tanıdıklarım, hatta yalnızca okuldan arkadaşım olan insanlar bile işkenceye alınıp beni ele vermeye ve aleyhimde ifade vermeye zorlandılar. Yani sahte ifadeler vermeye. Bu durumda burada hangi adalet adına yargılanıyorum; zorbaların, haydutların adaleti adına mı. Gerçek suçlu durumdaki kim, mağdur durumdaki kim?

Ve ben burada bana ve aileme yapılanlardan sözetmek zorunda bırakılmışken, bencil davrandığım hissine kapılıyorum. Çünkü devlet tarafından çok daha büyük baskı ve eziyet görmüş, çok daha ağır haksızlıklara uğramış insanlar var. Ne yazık ki bu insanların sayıları her geçen gün artıyor. Benim yaşadıklarım onların yaşadıkları karşısında sözü edilmeye bile değmez cinsten şeyler gibi duruyor! İşte bütün bu baskıların ve zulmün sorumlusu olan iddianamelerin “Anayasal düzen” diye adlandırdığı düzenin adaleti adına sanık durumundayız burada.

Hakkımda ileri sürülen iddialar Arjantin soygunu ile başlıyor. Başlıca ileri sürülen gerekçeler benim olay günü olay bölgesinde uğradığım bir silahlı saldırı sonucu yaralanmış olmam ve o sırada subay olduğum halde olayı resmi makamlara ve amirlerime bildirmeyip kendi olanaklarımla tedavi olmaya çalışmam. Arjantin olayında kullanıldığı iddia edilen mermilerin kovan benzerliklerinden kalkılarak çeşitli öldürme ve yaralamalar, Site Oteli soygunu, Ankara MHP ve MİSK genel merkezlerine yapılan saldırı ve Bahçelievler Karakolu’nun bombalanması gibi iddialar geliştiriliyor. Ve bütün bu eylemlerin devleti silah zoruyla yıkmak amacıyla gerçekleştirildiği iddiasını desteklemek için “Üçüncü Yol” diye hayali bir örgüt yaratılıyor. Üçüncü Yol örgütü üyesi oldukları iddiasıyla insanlar işkenceye alınıyor ve aleyhime ifade vermeye zorlanıyorlar. “Biz bu eylemleri Hamza Yalçın’ın teşvikiyle ve onunla birlikte yaptık” şeklindeki ifadeleri işkence ve baskı altında imzalayan insanların hepsi bu eylemlerden beraat etmişler. Çünkü polis ifadelerinin mantıksızlığı yargılama sırasında ortaya çıkmıştır. Suçlamaların o insanlara zorla imzalattırıldığı ortaya çıkmıştır.

1979 Türkiye’sinde 4. Levent’in gecekondu semtinde silahlı bir saldırıya uğrayıp yaralanmış olmayı bu kadar çok eylem iddiasını ve örgüt üyeliği iddiasını üzerinde temellendirecek kadar sağlam bir dayanak göremiyorum. Resmi rakamlara göre 1974-1980 döneminde Türkiye’de sırf siyasi nedenlerle meydana gelen silahlı çatışmalar sonucu 5 binin üzerinde insan ölmüş ve 20 binin üzerinde insan yaralanmıştır. İstanbul hem siyasi hem de adli nitelikteki silahlı çatışmaların en yoğun olduğu yerdir. Ve 4. Levent’in gecekondu bölgesi de o dönemde silahlı saldırıların en yoğun olarak yaşandığı bölgelerden biriydi; hem siyasi nitelikteki hem de siyasi olmayan nitelikteki silahlı çatışmaların, öldürme ve yaralamaların olmadığı gün; bombalama seslerinin duyulmadığı gün çok azdı.

1979 yılı Türkiye’de adeta bir iç savaşın geliştiği yıldı. Halk muhalefetini bastırmak için devletin faşist çeteleri silahlandırıp ilerici güçlerin üzerine sürmesiyle gelişen olaylar toplumu giderek birbirine karşı silahlanan ve birbirini yok etmeye yönelen iki karşıt kutba bölünüyordu. Düzenin sözcüleri devletin bu gelişmedeki sorumluluğunu gizlemek için o günlerdeki olaylara “sağ-sol çatışması” ya da “kardeş kavgası” derler. O günlerde büyük şehirlerdeki mahallelerin sağ-sol diye bölündüğünü, yurttaşların can güvenliğinin kalmadığını, “güvenlik güçleri”nin denetim sağlayamaz hale geldiklerini Evren ve Özal zaten yeterince tekrarladı.

Dolayısıyla 1979 Temmuz’unda İstanbul’un 4. Levent’indeki gecekondu semtinde vurulmuş olmam pek olağanüstü bir olay değil. Beklenebilecek bir gelişme. Ben kimin vurduğunu bugün dahi bilmiyorum. Yaralanmam bir suikast girişimi olabilir. Bir silahlı çatışmanın içine düşerek yanlışlıkla da vurulmuş olabilirim. Çünkü dosyadan, Arjantin soygunu sırasında jandarmayla gelişen çatışmanın geniş bir bölgede cereyan ettiği görülüyor. Örneğin dosyada ifadesi bulunan tanıklardan Mümin Bayram da olay gecesi olay bölgesinden arabasıyla geçerken silahlı çatışmanın içine düşüyor ve “bir anda ateş yağmuruna tutulduğunu” söylüyor. Bu yüzden direksiyon hakimiyetini kaybederek arabayı devirmiş. 24.10. 1979 tarihli savcılık ifadesinde anlatıyor bunu.

Yaralandıktan sonra resmi makamlara başvurmayıp kendi olanaklarımla tedavi olmaya çalışmam kuşku nedeni olarak ileri sürülmüş, Hatta bu davranışım “delilleri ortadan kaldırmaya çalışmak” şeklinde bir yoruma da tabi tutulmuş. İlk bakışta gerçekten dikkat çekici. Bir ordu mensubu olduğum halde niye resmi makamlara başvurmam? Olayı amirlerime bildirmem gerekmiyor muydu? Bu düşünce karşısında ben de derim ki: Ama bunun için benim resmi makamları sırf adalet dağıtan kurumlar olarak görüyor olmam gerekmez mi? Acaba ben 1979 yılında kursiyer teğmenken resmi makamları ve amirlerimi adalet aşığı yansız kişiler olarak mı görüyordum? Burası anlaşılmadan davranışım doğru yorumlanamaz.

1979’da 4. Levent’te uğradığım silahlı saldırı sonucu yaralandığımda ben amirlerime en ufak bir güveni olan bir subay değildim. Ne amirlerin bana güveni vardı ne de benim onlara… Tam tersine; daha Harbiye öğrenciliği yıllarından beri amirlerine ve genel olarak orduya, devlete karşı tümüyle olumsuz fikirler edinmiş biriydim. Amirlerimin ve resmi makamların herhangi bir durumda bana yardımcı olmalarını değil, bana yalnızca zarar vermelerini bekleyebilirdim. Daha Harbiye öğrencisiyken sicilime sol görüşlü olduğum ve takip edilmem gerektiği şeklinde not düşülmüştü. Bir yolunu bulup bunu öğrenmiştim. Sicilime düşülmüş olan sol görüşlü olduğum ve takip edilmem gerektiği şeklindeki not bu davanın dosyasındaki 17. 8.1979 tarihli tutunakla belgelenmiş. 1979 Türkiye’sinin siyasi ortamına ilişkin gözlemlerimden ve Harbiye’den beri yaşadıklarımdan çıkardığım sonuç; amirlerimden ve devlet güçlerinden -hayatıma kastedilmesi de dahil olmak üzere- gelebilecek her türlü kötülüğe karşı tetikte olmaktı.

Orduda sol görüşlü kişiler açığa çıkarılmaya ve tasfiye edilmeye çalışılırlar. Harb Okulu’nda da Tuzla Piyade Okulu’nda da bu böyleydi. Bu durumda Marksist anlamdaki sol görüşlü bir insan fikirlerini gizlemek zorundadır. Bırakalım Marksizmi, sol Kemalist görüşler bile gayri meşru görülüyordu. Ve o günün şartlarında Harb Okullarında ve genç subaylar arasında azımsanmayacak bir devrimci bilinçlenme gelişiyordu. Komutanlar bu devrimci bilinçlenmeyi tasfiye etmek istiyorlardı. Böyle durumlarda adları öne çıkmış insanlardan işe başlanır. Ben de Harbiye öğrenciliğinden beri adı sol görüşlü öğrenciler arasında ön plana çıkmışlardan biri olduğum için ilk fırsatta tasfiye edilecekler arasındaydım.

Benim ordudan tasfiye edilişim 12 Eylül askeri darbesinden önce gerçekleştirildi. Öteki genç subay ve astsubayların ve askeri öğrencilerin tasfiyeleri asıl olarak 12 Eylül darbesinden sonra gerçekleştirilebilmiştir. Üçüncü Yol adlı örgüt bir bakıma da bu tasfiye işlemine meşruiyet kazandırmak için polisin, MİT’in ve Genel Kurmay’ın kafasında oluşturuldu. Yüzlerce subay ve astsubay işkenceli sorgulardan geçirildiler ve ordudan tasfiye edildiler. İleri gelenleri olarak görülenleri de cezaevlerne atıldılar. Cezaevlerinde o günün devrimcilerinin çektikleri baskı ve eziyeti onlar da devrimci arkadaşlarıyla omuz omuza yaşadılar. Sonunda hemen hepsi delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Tabii orduyla ilişkileri kesilerek…

Yaralandıktan sonraki davranışımı açaklayabilmem için devlete niye güvenemez hale geldiğimden, nasıl Marksist olduğumdan söz etmem gerikiyor. Niye Marksist oldum? Çokça dendiği gibi bazı “iç ve dış mihrakların” ağına mı düştüm? Ya da bizim öğrencilik yıllarında gene amirlerin sıkça iddia ettikleri gibi solcular “güzel kızlar aracılığıyla” mı “aldattılar”? Ya da birileri para, mevkii gibi şeyler mi vaadetti? Biraz açıklamaya çalışayım.

Askeri öğrencilik yıllarımdayken yaşadıklarım ve gördüklerim yüzünden orduya ve devlete olan güvenimi kaybetmem ve milliyetçi önyargılardan kurtularak bir Marksist devrimci haline gelmem kaçınılmaz olmuştur. Kuleli Askeri Lisesi’ne girdiğimde o yıllardaki birçok Türk çocuğu gibi ben de ulusal önyargılarla doluydum. Kendimi dünyanın en soylu tarihi geçmişine sahip bir ulusun çocuğu olarak görüyordum. İlkokul yıllarında okutulan o and kafama yerleşmişti: “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, (…) yurdumu, ulusumu, özümden çok sevmektir.(…) Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” Bu andın ilkokul çocuklarına okutulmasını şimdi ben Türkiye’deki Kürt ve öteki milliyetlerden çocukların zorla Türkleştirilmesi çabalarının bir parçası olarak görüyorum. Ama ben ve yaşıtlarımın bir çoğu bu andı okuya okuya büyük bir ulusal gurur edinmiş ve varlığımızı bu ulusa ve ülkeye adamaya koşullanmıştık.

İşte Kuleli Askeri Lisesi’ne girdiğimde bendeki “yükselme ve ileri gitme ülküsü” her ne kadar yeterince gelişmiş olmasa da kendini vatana adayabilme duygusu kesindi ve kuvvetliydi. Sonradan yaşadıklarım ve gördüklerimden uğradığım hayal kırıklığının sarsıcı olmasını buraya bağlıyorum.

Askeri Lise’ye başladığımız yıl 12 Mart dönemiydi. Okulda muaazzam bir anti-komünizm propagandası sürüyordu. “İç ve dış mihrakların Türkiye’yi nasıl yıkmaya çalıştıkları” hakkında ve “o mihraklara karşı nasıl savaşılması gerektiği” üzerine yoğun bir propaganda vardı. Komünistler hakkında binbir yalan uyduruluyor ve “komünist” diye son derece hain, sinsi ve tehlikeli bir tip çiziliyordu. Öğrencilere bir komünistin nasıl “teşhis edileceği” öğretiliyordu. “Bir komünist şöyle hitap eder”, “konuşmaya şöyle başlar”, “şöyle davranır” filan şeklinde. Böylece en ufak bir ilericilik belirtisinin bile öğrenciler arasında yadırganması, varlık bulamaması sağlanmış oluyordu. O yoğun propagandalar bende de anti-komünist önyargılar oluşturmuştu.

Ancak daha lise yıllarında askeri okulda kesin bir şekilde egemen olan emekçiyi ve halkı küçümseyen, zenginleri ve üst sınıfları yücelten o havanın ağırlığı altında eziliyordum. Ailem gecekonduda oturuyordu. Babam yoksul bir emekçiydi. Arkadaşlar arasında küçümsenmemek için geldiğim kökeni gizlediğimi, kendimi orta halli bir ailenin çocuğu olarak tanıttığımı, gecekonduda oturduğumuzu da arkadaşlarımdan gizlediğimi iyi hatırlıyorum. Ve o yılların korkunç gerici ortamında Kürt ve Alevi kökenli insanlar da aşırı küçümsenirlerdi. Alevi kökenli olduğumu da gizlemek zorunda kaldım. O konuda bende bir soğuma ve eziklik yaratıyordu. Bir nevi kendimi inkar etmek çabası içindeydim. İnsanda çok kötü bir ruh hali yaratıyor. Ne var ki bir kez askeri okula başlamış olduğum için, vatanın ve ulusun çıkarlarının ancak asker olarak en iyi savunulabileceğine olan inancım yüzünden bu ruh haline katlanabiliyordum.

Öğrencilere sürekli işlenen okuldan atılma tehdidi de korkutucuydu. Öğrenciye bütün varlığını, saygınlığını askeri öğrenci olmasına borçlu olduğu fikri çok yoğun bir şekilde işleniyordu. Okuldan atıldığınızda bir hiç olacaktınız. Dışarıdaki işsizlik ve gelecek korkusu da ustaca işleniyordu. Böylece öğrenci ruhen güçsüz düşürülerek amirleri tarafindan teslim alınmış oluyordu. Kendi başına bir hiç olan, bireysel kişiliği hiçe sayılan, herşeyini orduya borçlu olduğuna inandırılan askeri öğrenciler; bu öğrenciler aynı zamanda sivillere karşı düşmanlık ve küçümseme duygularıyla yetiştiriliyordu. İşte askeri okuldaki “birlik ve beraberlik ruhu” ve yeni kişilik böyle oluşturuluyordu. Halkın vergileriyle beslenen ordununsubay kadrosu böyle yetiştiriliyordu.

1974 yılında Askeri Liseyi bitirerek Kara Harb Okulu’na başladım. Bizim Harbiye öğrenciliği yılları Türkiye’de görülmedik bir devrimci demokratik canlanmanın geliştiği yıllardı. Demokratik mücadele özellikle 1975 sonrası başta öğrenci gençlik olmak üzere halkın geniş kesimlerini sarıyordu. İşte özellikle 1975 sonrası gençliği saran devrimci fikirler Kara Harb Okulu’na da sıçrayacaktı. Öğrencilerin devrimciler ve düzen yanlıları dediğimiz faşistler -özellikle de Türkeş taraftarları- olarak kamplaşma Kara Harb Okulu’nda da oldu. Bu kamplaşma gitgide gerginleşerek, biz subay çıktıktan sonra da sürdü. Devrimci gelişmenin ve öğrenciler arasındaki siyasi kutuplaşmanın en yoğun yaşandığı devre bizim devre oldu. Yani 1974-1978 devresi. Harbiye’de her devre bir tabur oluyor. O yıllarda, özellikle 1977 sonrası, bizim taburun adının orduevlerinde “kızıl tabur” olarak geçtiğini duyuyorduk. Öğrencilerin çoğunda Marksizme sempati gelişiyordu. Pek tabii, kimse bunu açıkça ifade edemezdi. Çünkü bir askeri öğrenci Marksist olamaz, yasaktır.

Bizim devrenin o kadar politize olmasının bir nedeni de, sanıyorum, dört yıllık yeni sisteme geçilirken yöneticilerin hazırlıksız olmalarıydı. Harbiye bizimle birlikte üç yıldan dört yıla çıkarılıyor; böylece askeri eğitim ve öğretimin yanında ekonomi -istatistik, işletme- elektronik, inşaat gibi dallarla üniversite düzeyinde dedikleri eğitim ve öğretim de başlatılmıştı. Askeri derslerin dışındaki derslere Hacettepe’den, ODTÜ’den öğretim üyeleri her ne kadar özenle seçilmeye çalışılıyordularsa da aralarında özgür düşünceli ve demokrat denilebilecek kişiler de vardı. Asıl önemli olan Harbiye’ye tartışmanın girmiş olmasıydı. Öğretim üyelerinin siyasi niteliklerinin bir önemi kalmıyordu. Özellikle ekonomi bölümünde Marks ve Marksizm, Türkiye’nin geri kalmışlığı ve emperyalizm gibi konular yoğun olarak tartışılıyordu. Bu tartışmalar Harbiye öğrencilerinin gözünün açılmasında yardımcı oldu. O güne kadar tabu olarak kalmış şeyler üzerinde öğrencinin ilgisi gelişti. Ve çoğu öğrenci için azıcık bağımsız düşünme ve araştırma resmi düşünceden kopuşa başlangıç için yetiyordu. Ve o güne kadar süregelen önlemlerle yeni durumda öğrencilerde gelişen bilinçlenme önlenemiyordu. Ve bu yüzden de bizden sonra sistem değiştirilecek ve çeşitli yeni önlemler alınacaktır.

İşte 1974 sonrası derimci fikirlerin öğrenci gençliği sarmakta olduğu koşullarda Harbiye’de düşüncelerinde ve değer yargılarında alt üst oluşlar yaşayan öğrencilerden biriydim. O günlere kadar Türk olmakla övünüyor, ulusumuzu ve tarihimizi yere göğe sığdıramıyorduk. Askeri marşları söyledikçe göğsümüz kabarıyordu. Ülkemizin dünyada az-çok saygın bir yeri olduğunu sanıyor ve geleceğe büyük umutlarla bakıyorduk. Kıbrıs çıkartması da ulusal gururumuzu okşamıştı. Dış düşman fikrine karşı birliğimiz pekişmişti. Bu arada çoğu öğrencide o yılların başbakanı olduğu için Ecevit’e de bir sempati oluşmuştu.

Ancak gazete, dergi ve kitap okudukça Türkiye’nin dünyadaki yerinin hiç de saygın olmadığını farketmeye başlamıştık. Ülkemizin içinde bulunduğu durumun hiç de iyi olmadığını gösteren olaylar ve haberler basında gederek yoğunlaşıyordu. Günlük basını izlemekle yetinen biri bile sistemin aksaklıklarını gitgide daha açık görebiliyordu. Önce aksaklıkların “gerçek Atatürkçülük”ten uzaklaşılmış olmasından kaynaklandığı fikrine takıldık. “Gerçek Atatürkçülük” işbaşına gelirse herşey düzelecekti. Ecevit’i gerçek Atatürkçü bulmaya başlamıştık. İlhan Selçuk ve Uğur Mumcu’nun o sıralar sosyalizm cilalı makalelerinden etkileniyorduk. Bir de Şevket Süreyya’nın kitaplarından. Böylece öğrenciler arasında sol Kemalist denebilecek bir çevre oluşup gelişti. Bu sol Kemalizm çok kısa sürdü. Sol Kemalist çevre Marksizmle tanışmayla birlikte çok kısa sürede sosyalizme sıçradı.

Aynı anda öğrenciler arasında bir başka grup Alpaslan Türkeş’in görüşlerini öğreniyor ve faşist yayınları izliyordu. Bu öğrenciler genellikle arkadaşları arasında sevilmeyen ve amirlerin her dediğine düşünmeden itaat eden robot ruhlu insanlardı. Hemen bütün komutanlar bu öğrencileri özellikle kolluyorlardı. Buna rağmen özgür düşünceye az-çok açık ve bilinen Harbiye disiplinini de fazlaca umursamayan ve sosyalizme eğilimli öğrencilerin etkinliği gitgide gelişiyordu. İdareciler, yani komutanlar tedirgindi. Öğrencileri sık sık; “arkadaşlar sakın ola ki sapık fikirlere kapılmayasınız”, “tek yanlı okumayın, çok yanlı okuyun” şeklinde ikaz ediyorlardı. “Sapık fikirler” dedikleri sosyalist fikirlerdi. İlerici öğrenciler arasında bu tek yanlı okumak öğüdü “Marksist kitabın sayfasının öteki yüzünü de oku ki tek yanlı okumayasın” şeklinde sıkça alaya alınırdı. Çünkü tek yanlı okumak zaten yalnızca, resmi görüşlerle yetinmekti. Çok yanlı okuma denen şeye yardımcı olacak yalnızca sosyalist yayınlar olabilirdi. Oysa her türlü sosyalist yayın öğrencilere yasaktı ve bir taraftan komutanlar en sıkı şekilde sosyalist yayın araması yaparken öte yandan da böyle demagojilere başvuruyorlardı.

Sol Kemalist denilebilecek kitlenin karşısında komutanların faşist öğrencilerin oluşturduğu kitleyi ısrarla ve özenle desteklemeleri beni komutanların bütünüyle taraflı olduğu fikrine götürdü. Zaten askeri okullardaki sivilleri ve halkı küçümseyen eğilimden rahatsızlık duyuyordum. Komutanların öğrenciler arasında böylesine aşırı taraf tutmaları karşısında onlara karşı güvensizliğim beni giderek “silahlı kuvvetlerin bu milletin gözbebeği olduğu” fikrini saçma ve zararlı bulmaya götürdü.

İşte bu koşullarda Marksist düşünceyle karşılaştım. Okuldaki ilerici öğrenciler arasında gezdirilen ve gizlice okunan sosyalist dergileri (bunlar yasaldı ve piyasada açık satılıyorlardı. Ama biz askeri öğrencilerin okuması yasaktı.) ben de okumaya başladım. Bu dergilerde ülkemizin bağımsızlığının ayaklar altına alındığı gerçeği gözler önüne seriliyor ve yoksul halkın davası savunuluyordu. O fikirlerde onlarca arkadaş gibi ben de kendimi buldum. Sosyalizm bana gerçek yurtseverliği öğretti. Sosyalizm bana yoksul aile çocuğu olmaktan utanmamayı, eziklik duymamayı öğretti. Sosyalizme inanan arkadaşlar arasında yoksul ya da varlıklı kökenden gelmek önemli görülmüyordu. Sosyalizm bana üniformasız da rütbesiz de, yani sivil olarak da ve birbaşınayken de insan olduğumu, bir değer ifade ettiğimi öğretti. Sosyalizm azınlık mezheplerin ezilmesine karşıydı. Sosyalizm Kürtlerin aşağılanmasına karşıydı. (Kürt değildim ama onların aşağılanmasından rahatsız oluyordum.) Kendimden kaçmama, kendimi gizlememe gerek yoktu artık. Sosyalizm bana cesaret veriyordu. Sosyalizm biz sıkıştırılmış insanlara arka çıkıyordu. Ben nasıl sosyalizmi benimsemezdim!

Çok ateşli bir Marksist hissediyordum kendimi. Marksizm özellikle tutarlı anti-emperyalist ve tutarlı yurtseverlik yönüyle, o sırada sol Kemalist denebilecek çizgide arayış içinde olan bizleri derinden etkiledi. Artık kendimizi Marksist görüyor ve o doğrultuda derinleşmeye çalışıyorduk. Kemalizme bakışımızla ve Kemalizmden etkilenme birçok görüşler taşıyor olmamızla Marksist çizgide yeterince olgunlaşmış sayılmasak da görüşlerimiz ve tutumumuzla Marksizmden yana kesin tercihi yapmış bulunuyorduk.

Marksizmin kırıntısı bile okulda yasaktı. Bunu açıkça biliyorduk. Bir süre sonra komutanların aramıza ispiyoncu sızdırmaya çalıştığını ve ayrıca derslerde öğrencilerin siyasi eğilimlerinin saptanabilmesi için bilinçli tartışmalar açılmaya çalışıldığını farkedecektik. Bu nedenle bizde haliyle bir içine kapanma ve daha ihtiyatlı davranma eğilimi gelişti. Amirlerimizle hasımdık artık. Artık “kutsal yuva”, “şerefli şanlı yuva” gibi laflar bizde yalnızca alayla karışık öfke uyandırıyordu. Orduya bakışımız kökten değişmişti. Ordu bizim için vatanın bekçisi değil, emperyalizme bağımlı sömürü ve baskı sisteminin bekçisiydi. Üstelik karşımızdaki komutanlar açıkça faşist öğrencilerin kollayıcılarıydılar. Amirleri dürüstlükten, doğruluktan ve adil davranıştan hep uzak bulduk.

Faşist ve gerici öğrenciler ile amirlerimiz bir blok oluşturuyorlardı; biz ilerici ve devrimci öğrenciler başka bir blok. Bizim tarafı güçsüz düşürmek, eritmek ve ileri gelenlerini tasfiye etmek için türlü yollara başvuruluyordu. İlerici fikirlere karşı ideolojik mücadele için konferanslar düzenleniyordu. Konferanslarda Marksistleri mahkum etmek amacıyla en mantıksız ve en inanılmaz yalanlara, demagojilere başvuruluyordu. Konferansı verenler ya üst düzey subaylardı ya da kamuoyunda adları “aydın” olarak duyulmuş koca koca insanlardı. Hepsi de göz göre göre yalan söylüyorlar ve saçma görüşleri savunuyorlardı. Yalnızca Harbiye idaresinin değil tüm ordunun, tüm devletin yalanı, haksızlığı ve adaletsizliği savunma temeli üzerinde örgütlendiği fikri gördüklerimle kafamda iyice netleşiyordu.

Öğrenci kitlesi içinde ilerici yöndeki bilinçlenmeye set çekebilmek için akıl almaz yollara başvuruyorlardı. Şevket Süreyya’nın Tek Adam adlı kitabını da yasakladılar. Bir yandan okulun megafonunda “Çırpınırdı Karadeniz” şarkısı çalınırken öte yandan ilerici şarkıların söylenmesine engel olmak için öğrencilerin ne ferdi olarak ne de topluca duyulacak şekilde her türlü şarkıyı, türküyü söylemeleri veya ıslıkla çalmaları yasaklandı. Böylelikle ima yollu propagandaları önlediklerine inanıyorlardı. Örneğin “Aldırma Gönül” adlı şarkıdaki “Görmek istersen denizi/Yukarıya çevir yüzü/ Deniz gibidir gözyüzü(…)” dizelerindeki “deniz” sözcüğüyle Deniz Gezmiş’in kastedildiği açıkça ileri sürüldü. İşte o yüzden o sözler biz ilerici öğrencilere hep Deniz Gezmiş’i hatırlatmış, o şarkıyı artık o niyetle ve çok duygulanarak söylemişizdir.

1979 Temmuz’unda resmi bir şahıs olduğum halde resmi makamlara niye güvenmediğimi az-çok anlatabildiğimi sanıyorum. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için biraz daha anlatacağım.

Nihayet öğrenciler arasında faşist öğrencilerin ilerici öğrencilere saldırıları başladı. Öğrenci kilesinin en geniş kesimi bir bütün oldu ve faşistlere karşı koydu. Yani biz o yıllarda öteki okullarda yaşananların bir benzerini Harbiye’de yaşıyorduk. İdareci komutanlar çılgına dönüyorlardı. Elebaşı gördüklerini tecrit edemiyorlardı. Tersine kendileri tecrit oluyordu. En güçlü olmaları gereken yerde böylesine çaresizliğin içindeydiler. Benim amirlerimin, yüksek rütbeli subayların ve giderek de polisin nefretini toplamış olmamın altında onların kafasında Harbiye yıllarından başlayan o mücadeleler içinde elebaşı durumunda olduğum şeklindeki kanıları yatıyor. Kuşkusuz ben öyle birisi olduğumu kabul edemem. Bunlar onların kanısıydı. Ben yalnızca devrimci öğrenciler çevresinde bir kişiydim.

Faşistlerin fiili saldırılarına ben de hedef oldum. Bu nedenle çıkan çeşitli kavgalar yüzünden izinsizlik cezaları aldım. İçeride ve dışarıda takip edildiğimi hissediyordum. İdareciler okuldan atılmam için fırsat kolluyorlardı. Okulu bitirebilmem öğrenci kitlesinin dayanışması sayesinde oldu. Burada belki biraz da benim o dönemdeki aşırı temkinliliğimin rolü olmuştur. Komutanların bana ve birçok arkadaşa diş biledikleri ortadayken öğrenci kitlesinin ezici çoğunluğunun bölünmeden birbirine sahip çıkması sayesinde birşey yapamadılar. O günün koşulları komutanların öğrenci kitlesinin aşırı tepkisini çekebilecek ve böylece kamuoyunda yankı uyandırabilecek bir davranışa girmelerine el vermiyordu.

Düşünün ki İç Hizmet Yönetmeliği’nce amirin her zaman haklı olduğu ve kesin bir hiyerarşi içindeki sistemde idareciler istedikleri öğreniciyi atamıyorlar. Kursiyer teğemenken de değişmedi bu. Aramızdan çivi bile sökemiyorlardı. Her türlü yetkiye rağmen hepsi de emirleri altındaki kitleye söz geçiremiyorlardı. İstedikleri unsurların tasfiyesi için gereken koşulları bir türlü oluşturamıyorlardı. Çok zorlu bir mücadele yaşadık. O nedenle bizden amirlere ve devlete, amirlerden ve devletten de bize kuşku, güvensizlik, tedirginlik ve öfke gelişti. Bu güvensizlik, tedirginlik ve öfkeyi Kenan Evren’in 12 Eylül dönemindeki konuşmalarında ve anılarında bile bulmak mümkün.

Faşistler işi ilerici Harbiyelilere dışardaki sivil faşistlere saldırı düzenletmeye kadar götürdü. Ergun Yılmaz adlı öğrenci Ankara Kurtuluş Parkı’nda hafta sonu izninde ve resmi elbiseliyken sivil faşistlerin saldırısına uğruyor. Ergun Yılmaz okulda ilerici bir öğrenci olarak tanınmaktadır. Faşistler Ergun’u kıyasıya dövüyorlar. Elbisesi yırtılıyor. Meçini (“Meç” Harbiye öğrencilerinin dışırıda taktıkları ve kılıca benzer ama ondan küçük bir aksesuardır) üzerinde kırıyorlar. Bayıltıp çalıların arasına atıyorlar. Ergun kendisine geldikten sonra anayola çıkıyor ve geçmekte olan bir askeri jipten yardım istiyor. Jipe alınıyor ve götürüldüğü sıkıyönetim merkezinde kendisini o duruma getirenlerin kim oldukları soruluyor. Sıkıyönetim askerleriyle birlikte failleri gösterebilmesi için tekrar Kurtuluş Parkı’na getiriliyor. Adamlar Harbiyeli birini hastanelik ettikleri halde oradan uzaklaşmaya bile gerek görmemişler. Yani öylesine güven içindeler! Ergun adamları derhal görevlilere gösteriyor. Faşistler alınıp nezarete getiriliyorlar. Fakat daha o gün Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan gelen bir emirle salıveriliyorlar. Ergun Yılmaz yediği dayakla kaldığı yetmiyormuş gibi idarecilerin gözünde “solcu” olarak iyice damgalanmış oluyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığım olayları yaşayıp gördükten sonra hangi resmi makamlara güvenebilirdim acaba?

Bize Harbiye’de bilim öğretecek diye öğretim üyesi olarak adı kamuouynda azılı faşiste çıkmış ODTÜ Rektörü Hasan Tan’ı getirmişlerdi. Şimdilerde kendisini ANAP içinde bir demokrat göstermeye çalışan ve gerici faşist fikirlerini yakından öğrendiğimiz Hasan Celal Güzel getirilmişti. Taktik dersi öğretsin diye öğrencilere Altay Tokat geliyordu. Yani kendisine yetki verilse Kürdistan’da ot bile bitirmeyeceğini iddia eden general olarak üne kavuşacak kimse. Kursiyer teğmen olarak bulunduğum Tuzla Piyade Okulu’nun komutanı adı basında kontr-gerillacılığa çıkmış Sabri Demirbağ’dı. Bu tip unsurları devletin muteber adamları olarak gördükçe kimse benden resmi makamlara güven bekleyemezdi.

Hele ki o günlerin faşist cinayetler ortamında! Cinayet şebekelerinin devletin en kilit noktalarında yuvalanmış oldukları ve Genel Kurmay’ın bu işlerde merkezi bir rol oynadığı kamuoyunda bile açıkça tartışılıyordu. Yani tartışmalar burjuva basında bile sürüyordu. Faşist saldırılar yalnızca devrimcilere yönelik kalmıyordu. Devletin az-çok tarafsız bilinen savcıları bile faşist süikastlere uğruyorlardı. Faşist saldırılar o dönemde Ecevit’e kadar uzanmıştır. Devlet içinde yuvalanmış kontr-gerillanın düzenlediği 1 Mayıs katliamı ilerici kamuoyunca iyi bilinir. Bir Maraş katliamı yaşanmıştı. Sıkıyönetim ve polis faşist saldırılara kol kanat geriyor durumdaydı. İlerici kamuoyu bunu böyle biliyordu.

O günün koşullarında benim durumumdaki bir insanın orduya ve resmi makamlara güvenmemesi için her şey mevcuttur. Ordu içindeki eğitimi ele alalım. Bütün talimnameler Amerikan talimnamelerinin harfi harfine çevirisiydi. Talimnamelerdeki “Gayri Nizami Harb” diye geçen yerler kontr-gerilla taktikleriydi. Bu konuda okul kütüphanesinden bulabildiğim yayınları okudum. Onları okudukça faşist saldırı ve cinayetlerin ardında Genelkurmay’a bağlı bir gizli örgütlenmenin olduğu iddiasına daha çok ikna oldum. Özellikle adı ünlü kontr-gerillacıya çıkmış Cihat Akyol’u okuduktan sonra… Öte yandan hemen tüm yüksek rütbeli subaylar ABD hayranıydı. O günlerde öğrenciler arasında gelişen anti-Amerikancı tepkilere cevap diye okul komutanı “Ne yani arkadaşlar, NATO’dan mı çıkalım? Amerika’nın kucağından kalkıp Rusya’nın kucağına mı oturalım?” şeklinde nutuk atmaktan çekinmiyordu. Bu sözleri duyduktan sonra sağlıklı bir insanın amirlerine saygı ve güveni kalır mı? Onların adaletine inanç kalır mı?

Ankara’da Amerikalılara ait Jussmat binası, ülkemizdeki faşist cinayetlerin ve işkencelerin sorumlusu olan kontr-gerillanın kurulduğu yerdir. Bu bina Harbiye’nin bitişiğinde sayılır. Harbiye’deyken o binayı içimiz ezilerek seyrederdik. Biz ilerici öğrenciler orduya ve devlete olan saygı ve güvenimizin son kırıntılarını da o binayı seyrede seyrede kaybettik!

Bu bakımdan resmi makamlar denen şeye bir güvenim yoktu, şimdi de yoktur. Devletin bana yalnızca kötülük etmesini bekleyebilirim, ondan yardım bekleyemem. Nitekim o günlerde Tuzla’daki evimizin önünde gezen kuşkulu şahıslara rastlamıştım. Her an bir saldırıya, hem de “amirlerimle” yani kontr-gerillaya uzanan ilişkilerle bağlantılı bir saldırıya ve tertibe uğramaktan çekiniyordum. İlk fırsatta tasfiye edilmek istenenlerden biri olarak o koşullarda tedirgindim. Nitekim dosyaya baktığımda burasını 7.7.1979 tarihli hazırlık soruşurmamda da belirtmiş olduğumu gördüm.

İşte o koşullardayken silahlı saldırıya uğrayıp yaralandığımda polise ya da resim bir makama başvurmak en son aklıma gelebilirdi belki. İlk aklıma gelen canımı kurtarmak olmuştu. Saldırıya ailemin kaldığı bölgede uğramış olduğumdan ilkin ailemin yardımını elde etmeye, yani eve gitmeye çalıştım. Gücüm ancak evimizin yolu üzerinde bulunan Mithat Güvercinlere gitmeye kadar yetebildi. Yolda ne bir askerle ne de polisle karşılaştığımı hatırlıyorum. Mithatlarla mahalleden tanıdık olma dışında bir ilişkimiz yoktu. Mithat’ı eve kardeşlerimden yardım istemeye yolladım. Mithat bizim evde olduğu sırada jandarma evi basmış. Girer girmez ilk sorusu “Jandarma teğmen Hamza Yalçın nerede?” olmuş. Beylik tabancamı almışlar. Evdekilere çok hoyrat davranmışlar. Bunları 16. 8.1979 tarihli ifademde de belirtmiş olduğumu gördüm. İfademde tabancamın böylece evden ikinci kez alınmış olduğunu da belirtmişim. Jandarma evdeki herkesi götürmüş. Kızkardeşim zor kaçabilmiş. Babam o yaralı durumumla başıma bir şey getirilmesinden korktuğundan bir yolunu bulup kızkardeşime “Hamza sakın ortaya çıkmasın, başının çaresine baksın, canını kurtarsın” gibi şeyler söylemiş. O da devletin ne olduğunu bilen biriydi. Hele ki jandarmaların o saldırganca davranışlarını gören biri başka ne düşünebilirdi?

Jandarmaların o davranışıyla karşılaştıktan sonra kızkardeşim de eve dönemeyecek ve yıllarca kaçak gezecektir. 5 Şubat 1984 tarihinde Gayrettepe’de işkenceye alınıncaya kadar, yani 5 yılı aşkın bir süre kaçak gezdi.

Kısacası yaralı ve şaşırmış halimle ben devlete sığınamazdım. Önce canımı kurtarıp olanı biteni anlamaya karar verdim. Hele beylik tabancam onların elindeyken hiç rahat olamazdım. Tabancamı herhangi bir olayda kullanarak üzerime suç yıkmalarından çekindim. Çok şükür akıllarına gelmemiş!

Polisce yakalanıp gözaltına alındığımı annem ve babamdan önce, hatta daha ilk günden, o günlerin aşırı sağcı-Türkeşçi gazetesi olan Hergün adlı gazete duymuş. İlk yazılı ifadeyi hazırlık soruşturması sırasında vermiştim. Hergün gazetesinde aleyhimde kampanya başlatılıyor o günden. Yani 27 Temmuz 1979’dan. O gün başladığı yayınında Hergün gazetesi, “Bir Teğmenin Kızıl Hücresi Ele Geçti” diye çok büyük bir başlık atıyor. Altına da aklına gelen öldürme ve yaralamaları sıralıyor. Beni hayalinden Çeliktepe Karakoluna tayin ettiriyor. Orada beylik tabancamla ülkücüleri öldürtüyor. Ülkücü gençler ve milliyetçi vatandaşlar dediklerine benim işkence yaptığım masalını uyduruyor. Benim Çeliktepe Karakolunda görevli olmadığımı ve hatta oraya belki ayak bile basmadığımı Hergün gazetesi bilmiyor değil elbet. ancak Hergün gazetesi ilerici subaylardan en çok rahatsızlık duyan çevreler adına girişiyor aleyhimdeki kampanyaya.

28 ve 29 Temmuz tarihli Hergün gazetesinde aleyhime yalan ve iftiralar devam ediyor. O sayıları okuyan herhangi biri faşist çevrelerin bana nefretini rahatlıkla görür. Burada yalnızca şu satırlara özel olarak dikkat çekmeye çalışayım. 28 Temmuz 1979 tarihli Hergün gazetesinde aleyhime yapılan yayında “Hamza Yalçın Ortaya Çıkarıldı?” başlığı altında şunlar yazılıyor:

“Tuzla Piyade Okulu’nda staj yaparken tavırları, konuşmaları ve arada bir kaybolması ile dikkati çeken (…) Hamza Yalçın’ın durumu okul idaresince tesbit edildi ve bu konuda Genelkurmay’a geniş bilgi verildi!”

Tuzla Piyade Okulu’nda kurs görürken sağlık durumum nedeniyle zaman zaman istirahat alıyordum. Hergün gazetesinden aktardığım yukarıdaki sözlerin 27 Temmuz 1979 tarihli hazırlık soruşturmasında “İstirahatli olduğum sıralar evimin önünde şüpheli kişiler dolaşıyordu, bir iki kere takip edilmiştim” şeklinde geçen beyanımla karşılaştırıldığında kuşkularımda haksız olmadığım ortaya çıkıyor. Demek ki istirahatli oluşum Hergün gazetesine bilgi verenlerce “arada bir kaybolmak” şeklinde yorumlanıyormuş.

İddianameleri hazırlayanların suçlamalarıyla “bozkurtçu” Hergün gazetesinin suçlamaları aynı netilikte ve aynı mantık doğrultusunda. Her ikisi de düşmanca bir mantıkla aklına geleni yazmış. Bir dizi suçlama da ben cezaevinden firar ettikten sonra üretiliyor. İddianamede de yazıyor; tutuklu bulunduğum cezaevinden firar etmiştim. O sırada bir askeri darbenin gerçekleşebileceğini bütün devrimciler gibi ben de görüyordum. Kendimi ne sıkıyönetim ne de gelecek askeri darbenin adaletine teslim edebilirdim. Firar sonrası resmim arananlar listesinde duvarlara asıldı. Bizi ihbar edenlere mükafat vaadediliyor, bize yardım edenlere de ceza tehditlerinde bulunuyordu. Artık afişe olmuş bir firari de olduğum için polis tanıdığım, tanımadığım yakaladıklarını aleyhime ifade vermeye zorluyordu. Aleyhime verilen ifadelerin hemen hepsi benim cezaevinden firar sonrası kaçak olduğum döneme aittir. O düzmece ifadelerin altına zorla imza attırılarak kendileri de o ifadelerle zor duruma düşürülmüş olanların hepsinin de mahkemelerce bırakılmaları o ifadelerin uyduruk olduğunu göstermeye yeter. Ankara’daki MHP, MİSK ve Bahçelievler Karakolu’na saldırı eylemlerine adımın karıştırılması böyle uyduruk bir iddiadır. Zorla imzalatılmış ifadelere dayanmaktadır. Nitekim kendisine bu eylemlere karar verenlerden ve eylemi fiilen gerçekleştirenlerden biri olduğu yolunda zorla ifade imzalattırılan bir kişi de dahil, eyleme katıldığını “itiraf” eden bütün sanıklar beraat etmişlerdir.

Özellikle 1982-1983 tutuklamalarıyla gerçekleşen ilerici subay ve astsubayların tasfiyesi hareketinde aleyhime imzalatılmış çok sayıda ifade var. Bu ifadeler sırf ilerici subayların tasfiyesini amaçlayan ve tümüyle uyduruk şeylerdir. Örneğin bu davada adı sanık olarak eçmiş olan Uğur Armağan Şeber ile Zeki Murat Güneş’e; bu kişilerin emniyette gözaltında bulundukları sırada meydana gelmiş bir soygun olayına katıldıkları iddiası ve aşırı sağcı sanıklardan geçerli delilleriyle birlikte yargılandıkları fiiler poliste işkenceyle kabul ettirilebilmiştir! Polisin işkence zoruyla en saçma şeyleri bile “itiraf” ettirip onları rahatlıkla idamla yargılayabilmesine bir örnek daha vereyim:

1985 yılında Yozgat’ın Çayırhan ilçesinde 47 yaşındaki eski senatör adayı Şakir Keceli yapılan “soruşturma” sonucunda (yani işkence zoruyla) yasadışı TDKP’yi kurmak, eski maliye bakanı Vural Arıkan’dan aldığı talimat ve yetki ile Dev-Yol; Atilla Sav’ın talimatıyla da TKP komitelerini oluşturmak; bölgesinde DİSK’i örgütlemek; Cemal Madanoğlu ile Milka Pastanesinde Komünist Vatan Partisi’ni kurmaya karar vermek; İlhan Selçuk, Oktay Akbal, İrfan Özaydınlı, Muhsin Batur ve Doğan Avcıoğlu ile birlikte çalışmak; TKP’nin birlikte çalıştığı üst düzey yöneticileri arasında yeralan Bahri Savcı, Mümtaz Soysal ve Cahit Talas’la örgütsel çalışmalarda bulunmak MHP’lileri Dev-Yol paralelindeki çalışmalar içine sokmak; ordan oraya silah taşımak suçlarını “itiraf” etmiş ve bu nedenle hakkında birden fazla yasadışı örgütü sevk ve idare etmekten ölüm cezası istemiyle kamu davası açılmıştır. (Cumhuriyet gazetesi, Siyaset 85 Eki, sayı:102)

Firarda olduğum dönemdeyken polisin bir kısım insanları aleyhime ifade vermeye zorlaması yanında basın aracılığıyla adımı çeşitli soygun olaylarına karıştırmasına da rastladım. Örneğin 29 Mart 1985 tarihli Günaydın gazetesinde İstanbul Taksim’de Credit And Commerce Bankası soygununu yapan “Üçüncü Yol Örgütünü” yönettiğim iddia ediliyor ve haber “Büyük soygunu yapan örgüt bir gün içinde tesbit edildi” başlığıyla benim fotoğrafımla birlikte veriliyordu. Ancak kısa süre sonra bu soygundan yakalanıp hüküm giyen kişilerin kimlikleri ve mensup oldukları örgütün adı gazete haberini tümüyle yalanlayıcı nitelikteydi.

Sonuç olarak hakkımdaki iddialar gerçek dışıdır. Devlete ve resmi makamlara güvensizlik duymam onca iddiaya gerekçe olamaz. 1979 yılında devlet hakkındaki düşüncemin ne olduğunu, hangi koşullarda ve nasıl oluştuğunu açıklamaya çalıştım. Emperyalizmin ve tekelce sermayedarların çıkarlarının bekçisi olan ve işçiye, emekçiye ve ilerici aydınlara karşı çalışan, baskı ve terörü temel metod olarak kullanan bir devlete güvenmemei kimse bekleyemez.

Burada yargılanmamın asıl gerekçesinin benim ordudan yetişmiş bir devrimci olmam olduğu kanısındayım. Devletin bana düşmanılığını, yaşadığım baskı ve eziyetleri buna yorumluyorum. Devletin bana ve benim durumumudakilere olan kinini Kenan Evren devlet başkanıyken Harb Okulu’nda öğrencilere yaptığı bir konuşmada şöyle dile getiriyordu:

“Her millette olduğu gibi bizde de hainler çıkmıştır, türemiştir. Fakat eğer bu hainler, Silahlı Kuvvetler içinden ve Harbiye’nin içinden çıkarsa, ben onlara hain lafını bile az bulurum. Bunu niçin söyledim? 12 Eylül’den evvel askeri okullarımızın ve özellikle Harb Okulu’nun içine sızan hain güçler, maalesef sizin geçmişteki arkadaşlarınızdan bazılarını yanlış yola saptırmışlar, sapık ideolojilerin peşinden sürüklemişler ve Sİlahlı Kuvvetler içerisinde anarşistlerle elele işbirliği yapın insanlar çıkmıştır. Bunlar cezalarını görmüşlerdir. Evvela silahlı kuvvetlerden atılmışlardır. Ondan sonra da adaletin pençesine teslim edilmişlerdir. Cezalarını göreceklerdir. Ama ben onlara, demin söylediğim gibi “hain”dir lafını bile az buluyorum. Bundan sonra da sizlerin arasına sızmak isteyenler bulunacaktır.

Bu millet herşeyi affeder, ama, varını yoğunu sarfettiği silahlı kuvvetlerinin kendisinden istemedği bir istikamette kendisine cephe almasını asla affetmez.”

Evren’in 4 Ekim 1983 tarihli gazetelere yansıyan yukarıdaki sözlerinde bu davada adları geçen Ömer Yazgan ve arkadaşlarının niye göstermelik bir yargılamayla alelacele idama mahkum edilip 1983 yılında asılmış oldukları; ordudaki 1982-1983 tasfiyelerinde devrimci subay ve astsubaylara yapılan zalimce muameleler ve benim yaşadıklarım daha kolay yorumlanabiliyor. Tabii Evren’in “millet”i ile bizim millet bildiğimiz farklıdır. Biz “millet” diye bir avuç işbirlikçi ve sömürücüye hizmet etmeyiz. Kenan Veren’in yukardaki sözlerinde kin ve öfke içinde sövüp saydığı insanlardan biri ben olduğum açık. Kenan Evren ve onun gibileri kin duymakta ve öfkelenmekte haklıdırlar; çünkü;

Öğrencilik yıllarında amirlerin istedikleri türden Amerikancı bir subay olarak yetiştirilmeye karşı koydum. Yurtseverleğimi korudum ve netleştim.

Kendini halkın efendisi gören o ordudaki egemen anlayışa karşı çıktım. Kendimi emekçi halkın bir parçası gördüm. Ayrıcalıktan nefret ettim. Subayların ayrıcalıklı insanlar olarak alışveriş yaptıkları ordu pazarlarına bile bir kez olsun gitmedim. Orduevlerini boykot ettim. Oralara gitmedim.

Emekçilere saygı duydum. Hayatın, yaşama araçlarının asıl üreticisi emekçilerin bu ülkenin yöneticisi olması gerektiğine inandım.

Harbiye öğrenciliğimden beri ülkemizde bir emekçi iktidarının gereğine inanıyorum. Bunun gerçekleşmesi bir demokratik halk devrimiyle olabilir. Devrim için bana düşen görevi yapmaya hazırım. Varlığımı, geleceğimi, her şeyimi buna adadım.

İlkokul çocuğuyken bize okutulan o andı, çocuk saflığı ile, yurtseverlik ve halk sevgisi yanıyla yorumlardım: Yurdumu, ulusumu kendimden çok sevmek; varlığımı onlara adamak… Aynı özü şimdi de taşıyorum. Sosyalizm sayesinde bu özü geliştirdim ve netleştirdim. Çocukluktan edindiğim fikirler sosyalizm sayesinde bende ülkemi, halkımı ve insanlaığı kendimden de çok sevmek ve varlığımı, geleceğimi onlara adamak olarak etleşti.

Ülkemin bağımsızlığı ve halkımın özgürlüğü için; adalet için; Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin edebilmesi çin; ulusal azınlıkların ve ezilen mezheplerin üzerindeki baskının kalkması için; emperyalizmin ortadan kalkması ve insanlığın baskı ve sömürüden kurtularak kardeşçe yaşayabilmesi için mücadelede varlığını ortaya koymuş yüzlerce, binlerce devrimciden biri olarak karşınızdayım.

Biçimsel hukuk kuralları gereği beni serbest bırakmanız gerekiyor. Meğer ki polis mahkemeyi aşırı sıkıştırmasın…

Beni serbest bıraksanız da adaletinizin haksızlık temeli üzerinde kurulu olduğuna inancım değişmeyecek. Ülkemizde bir devrimci için serbest bırakılmanın – özellikle terör yasasından sonra, her an yeniden işkenceye alınmak ya da sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmek serbestliği anlamına geldiğini biliyorum. Bu anlamda serbest bırakılsam da, içeride kalsam da yani her koşulda, bir devrimci olarak inandığım değerler uğruna mücadeleye devam edeceğim.

Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Mücadelemiz!

1 Yorum

  1. Sevgili Hakkı KOLGU MLSPB davasında şüpheli ölmedi.
    Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan’la birlikte Amerika’lıların ceyalandırılması sırasında zaralandı ve hastahanede kan kaybı (sadace kasığından yaralı olduğu halde) nedeni ile öldü.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.