“2010 Avrupa Başkenti” olacak İstanbul’un biraz şiddetli yağan yağmurdan sonra ki görüntüsü yaklaşık olarak şöyleydi: Dereye dönüşen yollarda sürüklenen arabalar. Sahiplerinin çaresizce temizlemeye çalıştığı suyla dolmuş binlerce ev, işyeri. Araba üstünden ağaç tepesine kadar güvenli bulduğu yere sığınmış kurtulmayı bekleyen yüzlerce kişi. Sağa sola savrulup evlerin içlerine kadar girmiş kimyevi madde dolu variller. Salgın hastalık riski. Yıkılan onlarca, kullanılamayacak halde yüzlerce konut ve acil barınma ihtiyacı karşılanamayan insanlar. Barınaklarda, sokaklarda sıkışıp kalmış, kurtarılmaları ilk anda akla gelmeyen hayvanlar.
İşyerlerinden sürüklenip gelmiş türlü ev gereçlerini toplayan, zaman zaman üç-beş tabak için canını tehlikeye atan insanlar. Felaketten siyasal çıkar sağlamak pişkinliğini tereddütsüzce sergileyen; ipe sapa gelmez açıklamalarla zihinleri bulandıran, halkın gözünde sorumluluktan kurtulmaya çalışan siyasiler, merkezi-yerel seçilmiş yöneticiler, bürokratlar…
Hepsinden önemlisi ölümler… Tekstilde çalışan kadınların servis diye bindirildiği yük arabasındaki can kayıplarıyla uzun yol şoförlerinin tasarruf maksadıyla gecelediği tır parkındaki can kayıplarının çoğunluğunu oluşturduğu onlarca ölüm.
Günler geçti, selin enkazı hala kaldırılamadı, kayıpların ölü bedenleri bulunamadı. Adli tıp cesetleri karıştırarak rezalete katkıda bulundu. Sahiplerinin çamur içinden çıkarılmış mallarını sattıkları rağbet gören pazarları kuruldu. “Yağma haramdır” vaazı üzerine selden toplanmış tabak çanakların bir kısmı cami avlularına bırakıldı.
Neydi bu çaptaki yıkımın, onlarca ölümün nedeni? İkna edici açıklama gelmedi yönetenlerden, sorumluluğu üstlenen çıkmadı. O gün sadece yağmur yağdı. “Doğal afet” dediklerinin doğal kısmı bundan ibaretti. Vicdan sahibi kim iddia edebilir bunca insanın yağmur nedeniyle öldüğünü, ölümlerinin doğal olduğunu! Kim kime nasıl anlatıp meşru gösterebilir böyle bir iddiayı! Böylesi mümkün olmadığından zihinler bulandırıldı; iktidar muhalefeti, muhalefet iktidarı suçladı, yağış miktarına atıfta bulunuldu, derelerin intikamından bahsedildi, yaşananın takdiri ilahi olduğu hatırlatıldı. Vali hızını alamadı, meteoroloji şiddetli yağışın süreceğini duyurunca “Allah bizi korusun” temennisiyle aldıkları ve alacakları tedbirleri özetledi adeta. Yağışın dengesizliği dâhil sonuçlarının tamamen doğanın işi olduğu, insanı ve doğayı vahşice sömürüp tahrip eden kapitalist kalkınmanın doğa olaylarını felakete çevirdiği; bu türden felaketler öngörülebilmesine rağmen yoksulların yaşamını tehlikeye atan ihmallerin, yolsuzlukların hesabının yönetenlerden sorulmamasının ve kurtarma çalışmalarının geç başlatılması nedeniyle yıkımın boyutlanıp onlarca insanın ölümüne yol açtığı gerçeğini dile getirmeleri beklenemezdi onlardan.
Barınma gibi yaşamsal gereksinimlerin karşılanmasını piyasanın kar hırsına bağlı gel-gitlerine havale etmeyi, piyasacılığın seçkinlerin lüks tüketimini karşılama kapasitesiyle, yoksulların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilmelerine koyduğu sınırlar arasındaki tezatlığı sorgulamaları da söz konusu olmazdı. Kendilerine yakışanı yaptılar. Zorda kalınca dini imanı tezgâha sermek kadar aşina olduğumuz mağdurları suçlama yoluna başvurdular. Evi yıkılanlar, suyla, kimyasal atıklarla baş edemeyenler, hatta ölenler suçlandı.
Mağdur oldukları halde suçlananlar arasında üç beş parça eşyanın peşine düşmüş yoksullar da vardı. Acılardan magazin üretmeye elverişli görüntü arayışındaki medya mülkiyeti kutsayıp ahlak dersi vermeyi ihmal etmedi: İnsanlar can derdindeyken “İnsanlıktan nasibini almamışlar “yağma” yapıyordu. “Utanmalıydılar!” “Bu çabayı insanları kurtarmak için gösterselerdi onca ölüm olmazdı(?)” Kurtulmayı bekleyen insanlar varken tabak çanak peşinde koşulmasından rahatsız olmamak mümkün değil. Ahlaki tutarlılık, kurtarılacak insanlara yardım etmek imkânı doğmuşken “yağma” suçu uydurup tabak çanağı haber yapan medyadan ve kurtarılacak insanlara sırtını dönmüş bir yığın polisin tabak çanağı korumayı görev edinmesinden de en az o kadar rahatsızlık duymayı gerektirir. Sel günü ve devamındaki görüntüler, açıklamalar belli türden toplumsal ilişkilerin kodlarını içeriyordu. Bağımlı kapitalizmin, ülkemizdeki yoksulluğun fotoğrafı yok. Hiçbir toplumsal kesimin, dolayısıyla sahibinin sesi medyanın tutumu tesadüf değildi. “Yağma” dediklerinden duydukları rahatsızlık mülkiyetin kutsallığına gölge düşmesi şüphesinin eseriydi. İşsizlik fonundan milyarlar yağmalanırken susanların, sel suyundan birkaç tabak alan yoksulları yağmacı ilan etmesi anlamlıydı. Bizi de rahatsız eden o görüntülerin ardında, bir avuç seçkinin zenginleşmesinin bedeli olan halkın yoksulluğu vardı. Orada yoksullukla birleşmiş örgütsüzlükten türeyen çürüme vardı. Çürüme olarak kendini gösteren bireycilikti, düzenin aklıydı, düzenin ahlakıydı. Tabak çanak peşindekiler gayet “rasyonel” davranıyordu. Kapitalizmin rasyonalitesinde vicdanın, yüreğin dilinin yeri var mıydı ki dayanışma çağrısı karşılık bulacaktı. Dayanışmanın bu sisteme ne kadar yabancı olduğunu, egemenlerce idrak edilemeyeceğini defalarca gördük: Bülent Ersoy “çocuğum olsa askere göndermezdim” sözleri nedeniyle yargılanıp beraat ettikten sonra davayı temyiz eden savcının gerekçesi şöyleydi: “Çocuk doğurma yeteneği tıbben olmayan bir kişinin, Türk annelerini bir bakıma provake etmek anlamında kullandığı sözleri iyi niyet göstergesi ve düşünce özgürlüğünün gereği olarak değerlendirmek safdilliktir.” Başkasının acısına kör olacaksın, demek değil midir bu! Bakan Ali Babacan’ın kiralık işçi yasasını protesto eden sendikaları hedef gösteren “işsizliğin ne demek olduğunu ancak işsiz olan anlar. Bugün bu istihdam bürolarıyla ilgili olumsuz görüş beyanlarına bir bakın içlerinde bir tane işsiz var mı?” sözleri aynı mesajı içermiyor mu?
Maddi yoksulluğun neden olduğu manevi yoksullaşma; işsizliğe ve yoksullaşmaya karşı mücadelenin kurtarılacak canlar varken mal derdine düşmeye, çürümeye, bireyciliğe karşı mücadele olduğu açığa çıktı. Dayanışmanın ne kadar yakıcı bir gereksinim olduğu görüldü. Sistemin yeniden üretilmesi bakımından riskler yaratacak boyutlara ulaşan işsizlik ve yoksullaşmaya karşı kolektif mücadeleyi geliştirecek adımlar dayanışmanın hayat bulmasına hizmet edecektir. 15.09.09