Ergenekon Nedir, Ne Değildir?

0
1820

Ergenekon diye kodlanan operasyon ve soruşturma, topluma derin acılar çektirmiş derin örgütlenmenin tasfiyesi yerine sermayenin iç savaşı olarak sürüp gidiyor.

Sermaye sınıfı durup dururken kendi içinde hesaplaşmaya tutuşmadı. Geleneksel tekelci sermaye grupları silahlı-silahsız bürokrasiyle kol kola hep iktidarda kalacakmışçasına rehavet içindeyken, Türk küreselleşmesinin en gözü kara aktörü Anadolu burjuvazisi, daha yoğun bir sömürü ve birikim gerçekleştirdi. Önce yerel yönetimlerde iktidara geldi, 2002’de merkezi hükümeti de ele geçirdi. Birikim kanallarının Anadolu çakallarına çevrilmesi, ikisi arasında iç savaşın tohumlarını yeşertti. Sermaye sınıfındaki yarılma, siyasete, uluslararası ilişkilere ve kültürel düzleme de yansıdı.

Eskiden böyle durumlarda kestirme çözümlere başvurulurdu, geleneksel sermaye çevrelerinin hamisi asker-sivil bürokrasi duruma el koyardı. Kaba kestirme çözüm yerine psikolojik savaşın öne çıktığı 28 Şubat sürecinde böyle olmuş, bürokrasi duruma el koymuştu.

Tarafların birbirlerini teşhir etmek için ortalığa saçtıkları enformasyondan anlaşıldığına göre, AKP hükümetinin ilk iki yılında da karargâhlardaki durum muhakemelerinde kestirme çözüm akla gelmiş, ancak hazırlanan harekât ve icra tasarıları, hava arazi şartlarının elverişsizliğinden, en önemlisi de dost kuvvet yetersizliğinden uygulanamamış.

Kestirme çözüm mümkün değil diye kavga bitmedi. Kapalı kapılar ardındaki kavga, 2006 yılında işlenen Danıştay cinayetiyle alenileşti.

Cinayet üzerine Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu, “Yargı dışında da laik demokratik devlet düzenini korumakla yükümlü olanlara bu görevlerini tekrar hatırlatırız” diyerek, kestirme çözümlerin yıldız oyuncusunu sahaya çağırmıştı.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Danıştay’a saldırı sonrasında gösterilen tepki ve halkın duyarlılığı takdir edicidir. Ancak bu bir tek güne, bir tek olaya tepki olarak kalmamalı, süreklilik kazanmalı, devamlı olarak herkes tarafından takip edilmeli.” diyerek, topu halka atmış, sürekli eylem çağrısında bulunmuştu.

Başbakan Tayyip Erdoğan ise sözünü sakınmadan “Türk Silahlı Kuvvetleri nereye bağlı? Başbakana. Bu tür hakaretleri makul bulmak, bunların devamını istemek tasvip edilemez. Sorumluluk mevkiinde olanların ağzından çıkanı bilmesi lazım.” diye karşılık vermişti.

Alenileşen çekişme için Başbakan Erdoğan açıkça, “Bu bir güç kavgası” diyordu, “ihanet çetesi”nden söz ediyordu: “Bu çetenin hedefi Türkiye’de istikrardır, huzurdur, gelişmedir, kalkınmadır. Bu saldırı ülkemizde gittikçe güçlenen demokratik süreci esas almıştır.”

Çetelerden Ergenekon’a

Danıştay cinayeti, tam da çetelerin geçit resmi verdikleri günlere rastlamıştı.

Sauna, Küre, Atabeyler…

Atabeyler çetesi, Türkiye’deki derin devlet yapılanmasından bir kesit gibiydi, verdiği fotoğraf son derece netti. İçinde Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan askerlerin de bulunduğu Atabeyler çetesinin hücre evinde orduya ait silahlar ve cephane ile Başbakan Erdoğan’ın evinin krokisi de çıkmıştı. Genelkurmay kaynakları her zamanki gibi, “Münferit hadise.” diye açıklamışlardı:

“’Atabey’ diye bir grup var. Ama, bu özel kuvvetlerde bir eğitim grubunun adı. Buna benzer mesela Karacabey, Kayıboyu, Otağ, Alparslan gibi isimlerde de özel gerilla grupları vardır. Bu gruplar, terör ve işgal senaryolarına karşı kırsalda ve kent merkezlerinde eğitim görüyor. Eğitim sırasında verilen malzemelerin hepsini kullanmamış, evlerine götürmüş olabilirler. Eğitim sırasında ajandalarına tuttukları notları ise hemen imha etmeleri gerekiyordu, ama imha edilmemiş. Eğitim amaçlı bir kroki ve şifreler yanlış anlaşılıyor. Olay bundan ibaret.” (Aktaran Metehan Demir, Sabah, 2 Haziran 2006)

Elbette yanlış anlaşılan bir şey yoktu, “olay bundan ibaret” değildi. Evlerde bulunan malzeme de sarf gösterilmiş ya da düpedüz zimmete geçirilmiş levazım malzemesi değildi. Anlaşılan, “işgal” senaryosuna dayalı “eğitim” planlamasında düşmandan kurtarılacak Başbakan’ın “eğitim zayiatı” olması da göze alınmıştı!

Çete operasyonları sürdü ve çok daha iddialı bir üst çete ismine ihtiyaç duyuldu. Gelinen noktada sermayenin iç savaşı “Ergenekon” diye kodlanıyor.

Sermayenin iç savaşı

Ekonomi düzleminde İstanbul merkezli “laik” beyaz sermaye ile Anadolu merkezli “mütedeyyin” yeşil sermaye arasındaki kamu kaynaklarını yağmalama savaşı, siyaset düzleminde beyaz cumhuriyet-yeşil cumhuriyet kavgası olarak veriliyor. Siyaset düzlemine CHP-AKP, Deniz Baykal -Tayyip Erdoğan didişmesi olarak yansıyan kavga, devlete, Genelkurmay-Başbakanlık, asker-polis zıtlaşması olarak yansıyor, daha doğrusu öyle algılanıyor. Ergenekon soruşturması, iktidar satrancında hamle üstünlüğünün hükümette ve poliste olduğunu gösteriyor.

Ergenekon diye kodlanan iç savaş sadece polis operasyonu, savcılık sorgusu, mahkeme salonundaki yargılama olarak verilmiyor. Bir de psikolojik savaş boyutu var.

Psikolojik savaşta amaç, seçilen kitlenin duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını istenen doğrultuda şekillendirmektir. Hedef kitlenin düşünce, duygu, tutum ve davranışlarını lehte dönüştürmek için yürütülen siyasi, askeri, ekonomik, sosyolojik, ideolojik ve teknolojik çalışmalar psikolojik savaş olarak adlandırılır. Psikolojik savaşta insanların bilgi, düşünce, inanç ve tutumlarının etkilenmesine yönelik enformasyon üretimi ve dağıtımı, yani psikolojik harekât özel önem kazanır.

Gerek devletlerarası savaşta gerekse sınıf savaşında psikolojik savaşın ve psikolojik harekâtın esas muharebe alanı zihinlerdir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ göreve başlarken demişti ki, “Medyanın sağladığı olanaklarla insanların zihinleri gerçek anlamda bir mücadele alanıdır. Dolayısıyla insanların zihinleri yeni savaş alanlarıdır.” (28 Ağustos 2008)

Orgeneral İlker Başbuğ, Genelkurmay İkinci Başkanı iken de “Bilgi Çağında Liderlik” konulu bir sempozyumda da psikolojik savaşta medyanın önemini vurgulamıştı: “Medyasız hiçbir şey olmaz. Bugün medya büyük bir güçtür ve başarıyı elde etmek isteyen her kuruluş medyayla olan ilişkilerinde çok dikkatli, özenli, itinalı olmak mecburiyetindedir. Bugünkü medya ortamında insanların zihinleri, gerçek anlamda mücadele alanıdır.” (13 Mayıs 2005)

Vurgulamak gerekirse, psikolojik harpte asıl yük, “toplumun bulanık aynası” medyanın omuzlarındadır. Ergenekon diye kodlanan hesaplaşmanın psikolojik savaş cephesinde de bir yanda Zaman, Star, Yeni Şafak ve Sabah gazetelerinin başını çektikleri, Ergenekon’u derin temizlik, darbecilerle hesaplaşma, ülkeyi demokratikleştirme hareketi olarak propaganda eden hükümet yanlısı medya. Daha doğrusu Tayyip Erdoğan medyası.

Öte yanda, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin başını çektikleri, Ergenekon diye adlandırılan örgütlenmenin darbe yemesinden ötürü mahzun, sözüm ona muhalif, laikliğe ve cumhuriyete sahip çıkma iddiasındaki medya. Daha doğrusu Aydın Doğan medyası ve refikleri.

Psikolojik savaş özünde ideolojik mücadeledir. İdeoloji, a) en geniş anlamıyla toplumda geçerli anlamların, değer yargılarının tümü, b) dar anlamıyla bir sınıf ya da tabakanın dünya görüşü, c) en dar anlamıyla da üretim araçlarının sahibi sınıfın hâkimiyetini kolektif zihinde meşrulaştırmaya yönelik yanlış fikirler dizgesidir. Kapitalist toplumda en dar fakat en geçerli anlamıyla ideoloji, kapitalist sömürüyü ve yabancılaşmayı bulanıklaştıran, fark edilmez kılan, gerçeklikten kopuk yanlış fikirler kümesidir. Kapitalist toplumda egemen sınıf yalnız ezilen sınıflarla mücadelesinde değil, kendi iç kavgasında da ideolojik mücadele yürütür.

İşte Ergenekon diye kodlanan iç savaşta da taraflar, kolektif zihninde ideolojik mücadeleyi kazanmak, birbirlerini mahkûm etmek için her türlü enformasyonu üretiyorlar. Bir taraf, dindarlık, muhafazakârlık, demokrasi mevzilerinden ateş ediyor; diğer taraf çağdaşlık, laiklik, milliyetçilik ve cumhuriyet mevzilerinden karşılık veriyor. Ve elbette taraflar arasındaki siper savaşı,  serbest piyasa tanrısının koruyucu şemsiyesi altında yürütülüyor.

Sermayenin çift taraflı ideolojik taarruzu karşısında zihin sağlığını korumak son derece önemlidir. Bu bakımdan sermaye cephesinde Ergenekon diye kodlanan iç hesaplaşmanın emek cephesinden nasıl göründüğünü netleştirmekte yarar vardır.

Gladyo nedir?

Her şeyden önce, Ergenekon operasyonu ve yargılaması, iddianamenin ve hükümet yanlısı medyanın propaganda ettiğinin tersine, Gladyo temizliği ve davası değildir.

Gladyo malum. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra NATO şemsiyesi altında güçlerini birleştiren kapitalist devletlerin resmi ordularının bünyesinde, işgal senaryosuna karşı “gizli ordu”lar kuruldu. NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı’nın (SHAPE) eşgüdümünde, seçkin askerler, görünürdeki ordunun bünyesinde paralel orduyu oluşturdular. Paralel ordunun finansmanına, eğitim, silah ve teknik malzeme ihtiyaçlarının karşılanmasına ABD katkıda bulundu; yeraltı sığınaklarında, ormanlarda, mağaralarda gizli cephanelikler inşa edildi. Gizli ordunun işgale karşı yeraltı direnişine katılacak sivil uzantıları da toplumun her kesiminden antikomünistler arasından devşirildi.

Gizli ordular, Sovyetler Birliği’nin girişebileceği işgale karşı direnişe hazırlıklı olmak gerekçesiyle, işgal gerçekleştiğinde harekete geçmek iddiasıyla kurulmuş olsalar da, sıcak çatışmanın olmadığı, Soğuk Savaş olarak da adlandırılan barış zamanında boş durmadılar. NATO’nun dolaylı saldırı doktrini çerçevesinde, ülke içindeki demokratik muhalefet ve sosyalist hareketler, açık işgalin ön hazırlığı, yani “gizli işgal” sayıldı; gizli ordular, gizli işgali bertaraf etmekle görevlendirildi. Görev, silahlı operasyonları da içeriyordu.

İtalya’daki gizli ordunun adı Gladyo idi. Soğuk Savaş bitip ortada düşman kalmadığında gizli ordunun varlık nedeni zayıfladı, hatalar ve acemilikler gizli ordunun deşifre olmasına ve parlamento tarafından soruşturulmasına yol açtı. Soruşturmada, geçmişte solculara yıkılan pek çok kitlesel katliamın ve başka terör eylemlerinin aslında solcuları kamuoyu gözünde yıpratmak ve güvenlik gerekçesiyle alınacak sert önlemlere kamuoyunu ikna etmek için Gladyo tarafından gerçekleştirildiği anlaşıldı. Gençliğinde Gladyo’ya kazanıldığı ortaya çıkan Cumhurbaşkanı Cossiga, görevinden vaktinden önce ayrılmak zorunda kaldı. Gladyo’nun üst düzey yöneticilerinden Başbakan Andreotti ise, on yıl süren yargılama sonunda 2002 yılında 24 yıl hapse mahkûm edildi; 2003 yılında mahkûmiyeti kaldırılarak serbest bırakıldı.

1990 yılında İtalya’daki soruşturmanın başlamasından hemen sonra öteki NATO ülkelerinde de aynı türden gizli orduların var olduğu, bazı ülkelerde başbakanların bile gizli ordulardan haberdar olmadığı ortaya çıktı. NATO çatısı altındaki gizli orduların her ülkede ayrı adları vardı. İtalya’daki örgütün adı, sonraları konuya ilişkin literatürde, gizli orduların ortak adı olarak benimsendi.

Türkiye’deki gizli ordu NATO’ya girilir girilmez, “Seferberlik Tetkik Kurulu” adıyla kuruldu, 1960’lı yıllarda “Özel Harp Dairesi”, 1990’lı yıllarda “Özel Kuvvetler Komutanlığı” adını aldı. Örgütün eski başkanlarından emekli Orgeneral Kemal Yamak’ın dediğine göre, “Özel Harp Dairesi, özellikle Amerikalıların da verdiği destekle NATO’nun ‘örtülü harekât konseptine’ dayanarak kurulmuş bir harekât ünitesiydi. Memleketimizin bulunduğu coğrafi mevki ve stratejik konum, böyle bir teşkilatı çok lüzumlu ve faydalı hale getiriyordu.” (Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitap, İstanbul 2006, s: 248)

Yine Yamak’ın anlattığına göre, gizli ordunun yurdun çeşitli yerlerinde silah ve malzeme depoları vardır. Yeni teknik ve taktiklerin tanıtımı için Amerikalılarla her yıl müşterek tatbikat yapılmıştır. Gizli ordunun harcamaları, barış dönemi kadrosu zaten muvazzaf askerlerden oluştuğu için, teşkilatın varlığından habersiz Milli Savunma Bakanlığı’nın bütçesinden karşılanıyor; ama, satın alınacak silahlar ve teknik malzemeler için ABD’den her yıl 1 milyon dolar geliyordu (s: 254).

ABD 1974 yılında parayı kesince, gereken para zamanın hükümetinden istendi. Anlaşıldı ki, ne Başbakan Bülent Ecevit’in böyle bir ordudan haberi vardır ne de Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık’ın. Hükümet yetkililerinin şaşkınlığı üzerine brifing verildi. Brifingi sunan Kemal Yamak’ın deyişiyle, “O dönemde ne Sayın Ecevit’in ne de sayın bakanın ne daireden ne ödenekten ne de olan bitenden hiçbir şekilde haberi yoktu ve kendilerinden böyle bir istek hiçbir zaman gelmemişti. ” (s: 285, 286)

Yani, ülkenin başbakanları bile, vatanı işgalden kurtaracak örgütün varlığını bilmesinde sakınca görülmeyecek derecede vatansever sayılmamaktadır. Örgüt herkesten daha vatansever (!) ama, muhtemel işgale karşı Kuvayı Milliye tecrübesini pusula edinmek yerine hiç işgale uğramamış, işgale uğramak şöyle dursun, hep kendisi işgal etmiş ABD’den akıl almaktadır. Sadece akıl değil, para da almakta ve birlikte ortak tatbikat yapmaktadır. Yani Made In USA damgalı bir vatanseverlik!

Brifing verilmesiyle birlikte, Amerikan aklıyla ve parasıyla vatanseverlikten, Başbakan Ecevit’in ve sonraki başbakanların da haberi oldu. Askeri darbeler öncesinde toplumu sarsan suikast, sabotaj ve provokasyonlarda faillerin ayak izleri devletin derinliklerinde kayboldu. Sosyalistler ve öteki demokrasi güçleri, her hükümetten, adı terör eylemiyle birlikte anılan gizli ordunun tasfiyesini istediler. Ama, İtalya’dakine benzer şekilde gizli orduyu tasfiye etmek ya da millileştirmek mümkün olmadı. Susurluk’taki kazada suçüstü yakalanmasına karşın, lokalize edilip dokunulmadı. Tasfiye şöyle dursun, gizli ordu, görünen-görünmeyen başka örgütlerle takviye edilerek daha da güçlendirildi.

Ergenekon davası Gladyo davası değildir

İddianamede “Ergenekon” olarak adlandırılan örgütün kuruluşu anlatılırken denilmektedir ki, “‘ERGENEKON’ terör örgütü en başta, ‘derin devlet’ ifadesi ile anılan, ülkemizde birçok kanlı eylemler gerçekleştiren, gerçekleştirdiği bu eylemlerle ciddi kriz, kargaşa, anarşi, terör ve güvensizlik ortamı oluşmasını amaçlayan ve bunu kısmen de olsa başararak ülkemizin gelişme ve kalkınmasının önünde engel olan bir örgüttür.” (s: 46)

Tereddüde yer bırakmayan bir adres gösteren iddianamede devamla, “…NATO’nun komünizmle mücadele amacıyla birçok ülkede kurduğu bu örgütler, zaman içersinde amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne dönüşmüştür. Dünyadaki birçok ülke İtalya örneğinde olduğu gibi bu oluşumlarla gerekli mücadeleyi yapmış ve bunu başardıklannda ‘HUKUK DEVLETİ’ olabilmişlerdir.” denilmektedir. (s: 46, imla yanlışlıkları savcıya ait)

İddianamede daha sonra örgütün Türkiye’yi mafya ve terör cennetine çevirdiğine, ancak kamu kurumlarındaki gücü nedeniyle deşifre edilemediğine değinilmektedir: “20. yüzyılın sonlarına doğru Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazası ile ülkemizdeki bu kanlı örgütün kapıları kısmen de olsa aralanmıştır. Fakat örgütün o dönemdeki etkinliği ve gücü nedeniyle yeterince derinleştirilememiş, sadece buz dağının görünen yüzü aydınlatılmış ve örgüt amaçları doğrultusunda karanlık eylemlerine devam etmiştir.” (s: 47)

Ne güzel değil mi? Savcılar doğru iz üzerindeler ve buz dağının su altındaki kısmını da ortaya çıkartıp hesap soracaklar!

Ancak doğru izler bundan sonra siliniyor. İddianameye göre örgüt 1999 yılında yeniden yapılanma kararı almıştır. Ergenekon, devletin içinde değil, dışında bir örgüttür ve devlete sızmaya çalışmaktadır. Örgüt, kendisini derin devlet kabul etmekte, öyle algılanması için çaba göstermektedir.

İddianameye göre devlette böyle bir örgüt yoktur. Çünkü savcılar, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve MİT’e “Bünyenizde ‘Ergenekon’ diye örgüt var mı?” diye sormuşlar. Üç kurum da bünyelerinde ‘Ergenekon’ adını taşıyan bir örgüt bulunmadığını bildirmişler. Genelkurmay, cevabi yazısında, örgütün kendisini Türk Silahlı Kuvvetleri’yle özdeşleştirmeye çalışmasını, “menfaat temini ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmaya yönelik kasıtlı eylem” olarak değerlendirdiğini vurgulamış. MİT de, 2002 yılında bazı araştırmalar yaptığını, sonra konuyu Genelkurmay Başkanlığı’na ve Kasım 2003’te de Başbakanlığa bildirdiğini, daha sonra aynı bilgileri bir kitapçık halinde Başbakan’a bir kez daha sunduğunu yazmış.

İddianamede, resmi kurumların bu yanıtları aktarıldıktan sonra, “Kendilerini ‘derin devlet’ olarak niteleyen ERGENEKON yapılanmasının devletin hiçbir resmi kurumuyla irtibat ve alakasının bulunmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve yürürlükteki kanunların gizli-kapaklı bir oluşuma müsaade etmediği gibi kanunların genel yapısı itibarıyla da halihazırda devletin denetimi altında olmaksızın devletin yetkilerini kullanacak hiçbir kurum ve kuruluşun bulunmadığı, bulunmasının da mümkün olmadığı açıktır.” sonucuna varılmaktadır. (s: 56)

İddianamede, ayrıca bazı kişilerin geçmişte üniforma giymiş olmalarının Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) temsil ettikleri anlamına gelmeyeceği, Ergenekon’un hiçbir kurumla ilgisinin bulunmadığı, Ergenekon’un gizlice örgütlenerek ve kendisine “derin devlet” süsü vererek devletin tüm kurumlarına sızmayı amaçladığı vurgulanmaktadır.

Özetle AKP yanlısı medyanın yürüttüğü propagandanın tersine, iddianame, Ergenekon diye mahkemeye çıkarılan topluluk ile gladyo arasında irtibat kurmamıştır. Açık deyişle, Ergenekon davası gladyo davası, derin devlet davası değildir.

Ergenekon davası derin devlet davası olmadığına göre, Ergenekon diye mahkemeye çıkartılan topluluğun kimi üyelerinin gladyoda görev üstlendiklerine ilişkin genel kanaat göz önüne alındığında, muvazzaf derin devletin çürük çıkan personelini terhis ettiği söylenebilir. İddianame, bir süre derin devlete hizmet etmiş olanların çürüğe ayrılıp terhis edildikten sonra nasıl çeteleştiklerinin öyküsüdür. Yani tasfiye edilen gladyo değil, terhis edildikten sonra yoldan çıkmış, çıkar şebekesine dönüşmüş, toplumsal barışa kasteden, biraz da değişen dünya dengelerinin farkında olmayan, terhis edilip ortalıkta bırakılınca efendisine karşı huysuzluk eden kontrgerilla artıklarıdır.

Ergenekon davası darbe davası da değildir

İddianame ve soruşturma süreci, AKP yanlısı medyanın “darbecilerle hesaplaşma” retoriğini de doğrulamamaktadır. En azından bugün için öyle bir hesaplaşma yoktur. Aylardır “darbecilerin davası” diye propaganda edilmesine karşılık, iddianamede darbecilerden söz edilmemektedir. Ne medyada sık sık hatırlatılan “darbe günlükleri” iddianamede yer alabilmiştir ne de soruşturma dalgalarında günlüklerin sahibi sorguya çekilmiştir.

İkinci iddianamenin birincinin bakış açısını, yani Ergenekon’un devlete sızmaya çalışan bir örgüt olduğu perspektifini genişletip kurumsal bir sorgulamaya dönüşeceği kuşkuludur. Darbecilerle hesaplaşma retoriğine malzeme yapılan günlüklerin sahibi serbestçe dolaşmaktadır. Egemen siyasetin atmosferi de darbeyle hesaplaşma retoriğini boşluğa düşürmektedir. İstanbul Milletvekili Ufuk Uras’ın konuyu TBMM’ye taşıyan önergesine AKP’den tek imza çıkmadığı gibi, 12 Eylül darbesinin lideri serbestçe dolaşmaktadır netekim!

İddianamede gladyo yoktur, darbeciler yoktur. Ama, kolektif vicdana ve zihinlere, operasyon ve davanın gladyo ve darbecilerin tasfiyesi davası olduğu tuzağı kurulmaktadır.

Vicdanları ve zihinleri teslim almaya yönelik psikolojik savaşın asıl yükünü de neo-liberal entelektüeller omuzlamışlardır. Durmadan, bıkmadan darbecilerin, derin devletçilerin temizlendiğini savunmaktadırlar; hatta ekonomik krizin bile Ergenekon yüzünden çıktığını, PKK’nin DHKP/C’nin Ergenekon güdümündeki örgütler olduğunu yazıp çizmektedirler. “Her şeyi Sabetayistler yaptı!” saplantısına benzer şekilde “Her şey Ergenekon’un başı altından çıktı” retoriğiyle sınıflı toplum düzeninin sorgulanmasına engel olup, derin devlet öcüsüyle sığ devlete razı etmeye çalışmaktadırlar.

Oysa birçoğu 12 yıl önce Susurluk skandalında ideolojik akraba oldukları derin devletle kol kolaydılar. Çünkü hizmetine girdikleri hükümetin sürekliliği ve ideolojik akrabalarının fazla zarar görmemesi için skandalın örtülmesi gerekiyordu. Bugünse iktidarda kalmanın yolu, Ergenekon soruşturmasını dalga dalga gündemde tutmaktan geçmekte, onlar da sözüm ona derin devletle, Ergenekon’la hesaplaşmaktadırlar. Geçmişte ‘komünizmle mücadele’ ettiği gerekçesiyle derin devleti alkışlayanların şimdi derin devlete “düşman” kesilmeleri tiksindirici bir ironi gibi durmaktadır.

Utanmadan Hrant Dink’i de istismar etmektedirler. Dink cinayetinde devlet, kasıt derecesinde kusurludur, cinayetin sorumluluğuna ortaktır. Ama hükümet yandaşı neo-liberallerin aklamaya çalıştıkları sığ devletin sorumluluğu derin devletin sorumluluğundan daha az değildir.

Demokrasi davası da değil

Ergenekon soruşturmasıyla birlikte, Susurluk soruşturmasından daha geniş kapsamda üst rütbeli asker ve sivil görevli bir çete suçlamasıyla tutuklanıp mahkemeye çıkartıldı. Mahkemeye çıkartılan topluluk içinde hiç kuşkusuz toplumun derin acılar çektiği sürecin failleri de vardır.

Geçmişte onca faili meçhul cinayet ve katliamın yaşandığı ülkede halkın ve demokrasi güçlerinin böyle bir davayı coşkuyla karşılaması beklenir. Ama, demokrasi güçleri coşkusuzdur. Son operasyonda ortaya çıkartılan cephanelikler bile soruşturmayı yürütenlere güven ve inanç duygusu uyandıramadı. Hükümet yanlısı neo-liberaller, operasyonu coşkuyla karşılamayan ve güven duymayan sol çevreleri suçlayabilmektedirler. Susurluk skandalıyla gün yüzüne çıkan gladyo pratiğinin akıl hocası, “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” söyleminin müellifi mümtaz yazar bile Ergenekon soruşturmasından heyecan duyamayan soldan hesap sormaya cüret edebilmektedir.

İşkencelerden geçmiş, zindanlarda çürümüş, sokak aralarında katledilmiş, idam sehpalarında can vermiş, demokratik gün yüzü görmemiş, hep gladyonun hedef tahtasında olmuş sol çevreler Ergenekon operasyonundan coşku duyamamaktadırlar. Çünkü Ergenekon operasyonu ve davası gladyonun ve darbecilerin tasfiyesi davası olmadığı gibi ülkenin kanlı geçmişiyle yüzleşme ve demokratikleşme davası da değildir. İddianame, gladyonun yaşattığı kanlı geçmişin değil, hükümeti yasa dışı yoldan devirmek için çeteleşmenin, bu amaçla girişilmiş eylemlerin iddianamesidir. Onca enformasyon kirliliği içinde iddianamede sanıklara yöneltilen somut suçlamanın Danıştay cinayeti ve Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasından ibaret olduğu gözden kaçırılmaktadır.

Kanlı geçmişin hesabını sormayan iddianame heyecan ve coşku uyandırmadığı gibi, davanın fiili başsavcılığını üstlenen AKP lideri de demokratik açılım niyeti taşımadığından, bir coşkuyu, ilgiyi ve güveni hak etmemektedir.

Her şeyden önce, “Demokrasi bizim için bizi istediğimiz yere götürecek tramvaydır” oportünizmini yedi yıllık iktidarı süresince yeterince ele veren, demokratik özgürlükten salt türban özgürlüğünü anlayan, 1 Mayıs’ta emekçileri coplatan Başbakan’dan demokratik açılım beklemek fazlasıyla safdilliktir. Çete operasyonu, AKP ve liderinin hep sermaye sınıfını kollayan, emekçi sınıflara “sadaka ekonomisi”ni ve “sadaka demokrasisi”ni reva gören politikalarından ayrı değerlendirilemez. AKP’nin ve liderinin sorunu, ülkeyi çetelerden arındırıp demokratikleştirmek değil, hazır bulduğu sermaye kurumlarını kendi kadrolarıyla doldurmak, yeterince güven duymadığı askere karşı sokaklarda gençleri kurşunlayıp coplayan polisi güçlendirmektir.

AKP’nin ve liderinin kendi derin devletini oluşturup sağlamlaştırmayı amaçladığı kuşkusuzdur ve bunda başarıya ulaştığı görülmektedir. Ergenekon en başta sermayenin iç kavgasıdır, iktidar mücadelesidir; ama, iktidar mücadelesinde çatışmaya olduğu kadar uzlaşmaya da yer vardır. Nitekim operasyon, devletin tepesinde uzlaşma görüntüsüyle desteklenmektedir. Muvazzaf askeri derin devlet çürük personelini terhis etmekle korunup aklanırken, karşısında İslami soslu polis derin devleti güçlendirilmektedir. Öyle ki, derin devletin hedefindeki Demokratik Toplum Partisi yöneticileri bile olan biteni, “derin devlet el değiştiriyor” diye değerlendirmektedirler.

Demokrasi ve sosyalizm güçleri, merkez medyanın sahtekârlık yüklü cumhuriyetçilik, laiklik ve faşist ulusalcılık söylemine kanmayacak derecede uyanık olmalıdır. Yanı sıra, hükümet yanlısı medyanın sahte demokratikleşme söylemine kanmayacak, AKP’den ve liderinden demokratik açılım ummayacak, sermaye cephesindeki yarıktan demokrasi pınarı fışkırmayacağını bilecek derecede zihinsel berraklığa sahip olmak da zorunludur.

Sermaye cephesindeki yarıktan demokrasi pınarı fışkırmayacaktır. Çünkü Ergenekon diye kodlanan kavga Türkiye’nin verili ekonomik, politik, ideolojik koordinatlarında verilmektedir. Her şeyden önce Türkiye, ekonomisiyle bağımlı yeni sömürge bir ülkedir. Ekonomisi bağımlı ülkede bağımsız siyasi ve askeri yapıdan söz edilemez. Türkiye NATO üyesidir. NATO anlaşması herhangi bir kültürel anlaşma olmadığı gibi NATO üyeliği de uluslararası bir kültür kulübüne üyelik değildir. Türkiye’nin iç politik dengeleri ve uluslararası diplomasideki yeri bu ittifak çerçevesinde belirlenmektedir. NATO üyeliğinin dışında Türkiye ile ABD arasında, özellikle de iki ülke orduları arasında sermaye iktidarlarının koparmayı göze alamayacakları bağlar vardır. Sadece bu bağımlılık ilişkileri bile Türkiye’de taşeron burjuva sınıfı ve onun devleti içindeki yarılmadan, bu yarıktan çıkan operasyon ve davadan demokrasi umulamayacağını, en fazla egemen sınıf içi güç dengesinin yeniden tanımlanmakta olduğunu kavramaya yeterlidir.

Orduyu ve reel muhalefeti törpüleme operasyonu

Gladyoyu ve darbecileri tasfiye edip ülkeyi demokratikleştirme iddiası taşımayan Ergenekon operasyonu pratikte, militarist derin devletin yanında polis derin devletini güçlendirme ve reel muhalefeti sindirme operasyonu olarak gerçekleşmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devlet içindeki özerklik alanını daraltacak operasyonun seyri, durakları ve menzili konusunda iç ve dış mutabakat vardır. Operasyon nedeniyle hükümet ile ordu arasında ciddi bir kavga çıkacağı beklentisi gerçekçi değildir, Türkiye’nin bağımlılık ilişkileri böyle bir kavgaya izin vermez. Dahası, hükümetin, askeri ve sivil bürokrasinin onayını ve desteğini almadan bir savcının tek başına böyle bir operasyona girişmesi düşünülemez bile.

Yasemin Çongar’ın yazdığına göre, Türk silahlı Kuvvetleri (TSK), Washington’da “Gitgide Batı’dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya’nın etki alanına giren, Avrupa Birliği sürecini baltalamaya çalışan, Kıbrıs’ta çözümü engelleyen, demokratikleşmeyi içine sindiremeyen, 1920’lerin zihniyetine tutsak, küreselleşmeden de Türkiye’nin küreselleşmeyle uyumlu toplumsal değişiminden de, giderek Türkiye toplumundan da kopuk bir kurum” olarak görülmektedir. (Taraf, 14 Ocak 2009).

Washington’daki algı abartılı olmakla birlikte, TSK içinde niyeti ne olursa olsun ABD ile ilişkileri sorgulayan cılız dinamiklerin varlığı bile Pentagon’u yeterince rahatsız etmektedir. İşte operasyon tamamlandığında TSK, küreselleşme sürecine uyum sağlayamadığı için Pentagon’u rahatsız eden Soğuk Savaş dönemi artıklarından arınacak, Washington’daki imajını yenilemiş olacaktır. Yanı sıra, darbe hazırlığı içindeki, kimisi teröre ve provokasyonlara bulaşmış çürük personelini ayıklamış olmakla iç kamuoyu nezdinde de yeni ve temiz bir imaj kazanacaktır. Ve hiç kuşkusuz sürecin sonunda TSK’nin sivil hükümet karşısındaki özerklik alanı daralmış olacaktır.

TSK’nin özerklik alanını daraltan süreç, demokratikleşme diye propaganda edilmekte ve öyle algılanmaktadır. Bir ülkede ordunun Türkiye’deki kadar geniş özerkliğe sahip olmasının modern demokrasiye aykırılığı kuşkusuzdur. Ancak, özerkliğin AKP iktidarı marifetiyle törpülenmesinin demokratikleşmeye yol açacağı da en az o kadar kuşkuludur. Bu noktada, TSK’yi “demokrasi karşıtı” diye nitelendiren Yasemin Çongar ve öteki neo-liberallerin Amerikan ordusuna benzer bir eleştiri yöneltmediklerini, tersine Amerikan ordusunu dünyanın orasına burasına “demokrasi” götürüyor diye alkışladıklarını bilmekte yarar vardır.

Ergenekon operasyonu TSK’yi törpüleme operasyonu olmanın yanı sıra onunla özdeşleştirilen Cumhuriyet’e karşı da psikolojik savaş olarak yürütülmektedir. Bu vesileyle, Washington ve Brüksel’den alınan ilhamla bol bol Kemalizm’in Türkiye’yi yorduğu, Türkiye’nin Osmanlı geçmişini hatırlayıp ılımlı İslami kimlikle yoluna devam etmesi gerektiği propaganda edilmektedir. Laiklik ve cumhuriyetçilik, militarizmin dayattığı vesayet ideolojisi diye aşağılanırken, resmi kamusal alanda dine ayrıcalık tanınması özgürlük ve demokrasi diye alkışlanmakta, dinsel cemaatler de sivil toplum örgütü diye yüceltilebilmektedir.

Burjuva modernleşmesinin aşılamayan zirvesi Kemalizm demode ilan edilirken daha eski ve köhne Osmanlı’nın, ondan da eski 1400 yıl önceki İslam’ın değişimin ve demokratikleşmenin referansı sayılması, dahası reel Kemalistlerin bu ideolojik taarruzu püskürtemeyip şovenizm ve İttihatçılık şeridinde tıknefes kalmaları, hiç de gülümsetmeyen bir ironi gibi durmaktadır.

Ergenekon operasyonu TSK’ye ve Cumhuriyet’e karşı psikolojik savaş olmanın yanı sıra reel burjuva muhalefetine karşı da psikolojik yıpratma operasyonuna dönüşmüştür. Reel muhalefetin lideri CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, medyadaki temsilinde, biraz da kendi çabasıyla, Ergenekon’un avukatı olarak şaibeli isimlerle aynı fotoğraf karesindedir. Buna karşılık Ergenekon’un başsavcısı Başbakan Tayyip Erdoğan, temiz toplum mimarı imajı edinmektedir.

İktidarla reel muhalefet arasındaki tartışma sertleştikçe yeni operasyonların gündeme gelmesi, operasyonların reel muhalefet cephesinde psikolojik savaş gönüllüsü ya da görevlisi kimi medya mensuplarını da kapsaması sürpriz olmayacaktır.

Özetle, Ergenekon operasyonuyla Türkiye’nin uluslararası güç dengesindeki koordinatlarının yanı sıra egemen sınıf içi güç dengesi ve TSK’nin yeri ve misyonu da yeniden tanımlanmaktadır.

İddianamede itiraf edildiği üzere 2003 yılında hükümete sunulan Ergenekon dosyasının yıllarca bekletilip şu dönemde raftan indirilmesinin gladyoyu ve darbecileri tasfiye edip ülkeyi demokratikleştireceği safsatasına inanmak isteyen inanır.

Emek ve demokrasi güçlerine düşen, sermayenin iç savaşının taraflarını teşhir etmek, katliamların hesabının sorulması ve gladyonun resmi/gayri resmi uzantılarıyla birlikte tasfiyesi isteğini canlı tutmak, hiç değilse, sermayenin haki ya da lacivert üniformalı gladyolarını çöp sepetine atacak zihin berraklığına sahip olmaktır.

Rahmi Yıldırım

21 Ocak 2009

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.