İran’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Sonrası

0
1304

1,7 milyon kilometrelik yüzölçümü ile Türkiye’nin 2 katı büyüklüğe sahip olan İran’ın dünyanın ikinci büyük doğal gaz ve üçüncü büyük petrol rezervine sahip olduğu ve petrol üretimi açısından da dünyada ikinci sırada yer aldığı biliniyor. Petrolün diğer büyük bölümünün Suudi Arabistan, Irak ve Körfez ülkeleri gibi yakın bölgelerde bulunuşu ve dünyaya da -büyük oranda İran’ın denetiminde olan- Hürmüz Boğazı’ndan dağıtılması, ülkenin stratejik önemini belirliyor.
12 Haziran 2009 Günü Cumhurbaşkanlığı Seçimleri yapıldı İran’da. Ortada 4 aday bulunsa da seçimin mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinejat ile eski başbakanlardan Musavi arasında geçeceği anlaşılıyordu.

İran haftalardır işte bu seçimin sonuçları ile çalkalanıyor.
Tarafları kısaca tanıtmayı deneyecek olursak; Mahmud Ahmedinejad, ülkenin altıncı Cumhurbaşkanı. Kendisi sık sık batı dünyasını çok rahatsız eden ‘sivri’ çıkışları ile gündeme geliyor. Yoğun eleştiri alıyor görünse de ‘ABD Emperyalizmi ve Siyonizm karşısındaki kişilikli duruşu’ nedeni ile büyük bir kesimden de takdir topluyor. İsrail ile ilgili açıklamalarından dolayı terlikli, sözlü sataşmalı, alaycı ya da palyaçolu protestolara maruz kalsa da bildiğinden şaşmıyor. Seçim sürecinde; “Kuzey Tahran sosyetesinin asfaltını yenileyeceğime 100 köyün ihtiyaçlarını karşılarım” diyen ve yıllarca Avrupa bankalarında tutulan Petro-dolarları İran’a getirip “adalet maaşı” adı altında halka dağıtan Ahmedinejad’ın ‘irrasyonel ekonomi-politiği’nden burjuva çevreler yaka silkse de, dar gelirli halk kitleleri mest oluyordu. Dünya genelinde Sol görüşten olanlar dahil ağırlıklı Müslüman kesimlerin sempatisini kazanıyor ve son Rusya ziyaretinde de Uluslararası Avrasya Gençlik Hareketi’nden destek görüyordu.
İki dönem üst üste cumhurbaşkanlığı makamına, hem de yüzde 69 ve yüzde 77lik rekor düzeydeki oranlar ile ‘reformcu’ bilinen Hatemi’yi getiren İran Halkı, Bush Yönetimi’nin küstah politikalarına da bir yanıt anlamında 2005’te ‘sürpriz’ bir sonuca imza atıp en muhafazakar aday sayılan Ahmedinejat’ı seçiyordu. Dolayısı ile Ahmedinejad 4 yıldır projektörlerin altındaki Cumhurbaşkanı olarak oldukça iyi tanınıyor.
İran İslam Devrimi’ni 1979’dan bu yana yakından takip edenler dışındaki çevrelerce iyi tanınmayan ya da ‘unutulmuş’ olan diğer aday Mir Hüseyin Musavi’nin tanıtımına biraz daha fazla yer ayırmak belli ki isabetli olacak. Tebrizli bir çay tüccarının 68 yaşındaki bu mimar oğlunun radikal devrimcilikten reformculuğa uzanan siyasi mücadelesinin son yıllarda; “İslamî” niteliğini koruyarak rejimi “demokratik” kılma çabası eksenine oturduğu iddia ediliyor. Musavi’nin daha yirmili yaşlarında, yani -şimdiki adıyla- Şehit Beheşti Üniversitesi’nde mimari okuduğu günlerde başlayan ‘militanlığı’nın iki ayrı kökten beslendiği söyleniyor: Marksizm ve İslam. 1960 ve 70’lerde Şah rejimine muhalefetin en kuvvetli damarlarından biri haline gelen ‘Siyasi İslam Hareketi’nin hep içinde ve solunda yer almış Musavi. Fanon’u ve Sartre’ı Farsçaya çeviren; Marksizm’i İslam Felsefesi ile buluşturup İran’ın siyasi pratiğine uyarlama çabasıyla tanınan Ali Şeriati’nin müridi olduğu biliniyor. Haziran 1977’de SAVAK ajanlarınca öldürülse de, bir buçuk yıl sonraki İran İslam Devrimi’nin fikir babalarından sayılan Şeriati’nin fikirleri Musavi’yi devrim saflarına taşıyor.
Şah döneminde sokak gösterilerine katıldığı için hapse giren Musavi, devrimden sonra İslamî Cumhuriyet Partisi’nin Kurucu Genel Sekreterliği ile Parti’nin yayın organı Cumhuriye İslamî’nin Yayın Yönetmenliği’ni üstleniyor. İslam Devrimi sonrasında da “sol” ve “muhalif” çıkışlarından hiç vazgeçmiyor. İslam Cumhuriyeti’nin ilk Devlet Başkanı Benisadr’ın devrilmesinde Cumhuriye İslamî’deki muhalefetinin etkili olduğu kabul ediliyor.
Musavi’nin; “aykırı” kimliğini hep korur görünse de bunu daima rejimin ‘merkezi’nde konumlanıp oradan konuşan bir tarzda yapmasında; 1980’lerde siyaseten en yakını ve baş hamisi olan İmam Humeyni’nin önemli etkisi olduğu açık. Benisadr’ın İran’ı terk etmesi sonrası kısa süreli dışişleri bakanlığının ardından, Başbakanlığa getirilmesi de Humeyni’nin etkisi ile gerçekleşiyor. Musavi’nin sekiz yıllık başbakanlığına, Devlet Başkanı Ali Hamaney ve onun temsil ettiği “sağ” görüşlerle çatışma kadar ve belki de daha çok İran-Irak Savaşı damgasını vuruyor. ABD kışkırtması ile Saddam’ın başlattığı, 1 Milyonun üzerinde insan ve büyük kaynak kaybına yol açan 8 yıllık savaş boyunca ekonomiyi ayakta tutmayı başarmış, yetenekli bir yönetici olarak hatırlanıyor. İran’da “Musavi” denince bugün hâlâ ilk akla gelenlerden biri, savaştan hemen sonra Hamaney’le çatışmaktan bıkıp istifasını verdiğinde, Humeyni’nin kendisine yazdığı şu satırlar: “Allah’ın bayrağı altındaki halkın, İslam’ı savunma uğruna evlâdını kurban vermekte olduğu bir aşamada böyle bir şikâyet ve istifaya ne gerek vardı? Sinirlendiğimiz vakit, İslam düşmanlarının suiistimaline yol açabilecek bir davranışta bulunmaktan sakınalım.” Mektuptan kısa süre sonra Humeyni ölünce Musavi’nin baş siyasi rakibi Hamaney Devlet Başkanlığı’nın yanı sıra “Dinî Lider” kimliğini de eline geçirerek, Musavi’yi ve ‘reformcu’ görüşlerini uzunca bir süre için iktidardan uzak tutmayı başaracaktı. Ta ki, 1997’de Musavi’nin yarışmak yerine danışmalığını yeğlediği seçimlerde Hatemi’nin açık farkla cumhurbaşkanı seçilmesi ve zaferini 2001’de tekrar etmesine kadar…
2005’te de yarışmayı reddeden Musavi 2009 Haziran’ında ise Hatemi’nin de desteğiyle: ‘İran’ı zekât ekonomisinden kurtaracak daha akılcı bir iktisat politikası’; ‘Ahlâk Polisi’nin lağvedilmesi’; ‘kadınların toplumsal hayattaki rolünü sınırlayan ayrımcı yasa ve uygulamaların iptali’; ‘televizyon yayıncılığının özelleştirilmesi’; ‘barışçı bir nükleer güç olma yolunda ilerlenmesi’ ve ‘Obama yönetimiyle temas ederek İran-ABD ilişkilerinin normalleştirilmesi’ şeklindeki vaadlerle Ahmedinejad’ın karşısına çıkıyordu. Ne Musavi’nin ne de daha sonra “Musavi kazandı” iddiası ile sokağa dökülenlerin büyük bölümünün, ‘İslamî Rejime son vermek’ gibi bir hedef ve programa sahip olmadıkları ortada idi.
Bu arada ABD ve Avrupa basını ile etkili çevreler mevcut İran Yönetimi’ne karşı alabildiğine suçlayıcı ve saldırgan bir üslubu yeğlerken, Obama – yer yer kendi Partisi saflarından gelenler de dahil- tüm eleştirileri göze alarak seçim sonuçlarını ve gelişen ilk olayları ‘soğukkanlı’ bir üslupla değerlendirmeyi tercih ediyordu. İlerleyen günlerde, özellikle de Nida Sultan adlı genç kızın Besiç muhafızlarının silahından çıktığı iddia edilen kurşunlarla can verdiği görüntüler dünyayı dolaşmaya başladığında; Obama da daha sert bir üsluba geçti. Yine de Afganistan’ı dış politika açısından gündeminin başına aldığını ilan etmiş bulunan Obama Yönetimi’nin -2001/2’de olduğu gibi- Taliban’a karşı başarılı olabilmek için İran’ın desteğine duydukları gereksinimin farkında olduğu ve dikkatli davrandığı görülüyordu.
İsrailli yetkilerin bir bölümünün de genel teamüle aykırı demeçleri dikkatlerden kaçmadı. Örneğin görev süresi 3. kez uzatılan İsrail İstihbarat Teşkilatı (Mossad) Başkanı Meir Dagan İsrail Meclisi’ndeki konuşmasında Musavi’nin desteklenebilir bir aday olarak algılanmasına katkı koymanın büyük hata olacağını, onun İran’daki Atom Programı’nın başlatıcısı olduğunu unutmadıklarını söylüyordu. İran sokaklarındaki eylemleri ‘önemsiz’ bulan Dagan bunların çok kısa süre içinde söneceğinin kendileri tarafından bilindiğini; ayrıca Musavi’nin kazanması halinde batı nezdinde sağlayacağı meşruiyet ve zamanın İran lehine, İsrail’in aleyhine bir durum olacağını; sonuçların gerçekçi olarak değerlendirilmesi halinde İsrail açısından en avantajlı durumun Mahmut Ahmedinejat’ın ilan edilen zaferi ile ortaya çıktığını belirtiyordu. İsrail’de Dagan’ın bu tespiti üzerine ‘İran’daki seçim hilelerinin ardında kimin olduğu ortaya çıktı’ fıkralarının üretildiği basına yansıdı. Dagan aynı konuşmasında önceleri 2011 olarak belirtilen ‘Altyapısı tahrip edilemediği taktirde İran’ın ilk atom bombasını imal etme tarihi’ni 2014 olarak revize ederken; tesislere saldırı ya da sabotaj tehditlerini de yinelemiş oldu.
Seçimler sonrası ‘zafer’ini hemen ilan eden Hüseyin Musavi’ye karşı İçişleri Bakanlığı’nın kesin sonuçları, – İran koşullarında rekor sayılabilecek bir süre olan ilk 24 saat içinde- ilan etmiş olması şüphe uyandırıcı bulunmuştu. Daha çok ‘batı’ kaynaklı da olsa seçim öncesi anket çalışmaları sonucunda ‘kafa kafaya’ bir yarış beklentisi pompalanmıştı tüm dünyaya. Yüzde 62,60’a yüzde 32,75’lik ilan edilen ilk sonuçlar İngiliz Chatnam House Politik Enstitüsü benzeri birçok kurum tarafından ‘fazlasıyla şaibeli’ olarak değerlendiriliyordu. Normalde İran’da hemşericiliğin seçimlerde önemli rol oynayan bir faktör olmasına karşın, diğer 3 aday ile Ahmedinejat’ın oy oranlarının, o adayların (Tebriz ve Musavi örneği gibi) memleketlerinde dahi -ülke çapında ilan edilenle- aynı kalması ‘ilginç’ bulunuyordu. Frankfurter Allgemeine Gazetesi 40 milyon seçmen için bastırılan 63 milyon oy pusulasından geride kalmış olması gerekenlerin nerede olduğu konusunda kimsenin fikri olmadığını öne sürüyordu.
Açıklanan oy oranlarının gerçek olması için son seçimlerde reformcuları destekleyen İranlıların yüzde 47,5’inin oylarını Ahmedinejat lehine değiştirmiş olmaları gerektiğini hesaplayan uzmanlar, bunu inandırıcı bulmuyorlardı. Nüfusunun % 65’i 25 yaşından genç olan İran’da, gençlerin -batı tarafından- genelde ‘reform yanlısı’ olarak kabul edilmesi dikkate alındığında, ya son seçimlerde devasa bir seçmen tutum değişikliğinin ortaya çıkmış olduğunun kabulü ya da aleni bir sahtekarlık dışında başkaca bir seçenek bulunmadığına vurgu yapılıyordu.
Ahmedinejat lehine hem kırsalda, hem de etnik azınlıklar nezdinde, hemen seçim öncesi ve aniden gelişen bu ‘güven ve oy patlaması’nı açıklayacak bir gerekçe tarif edilemiyordu. Bazı bölgelerdeki oy kullanma oranının yüzde 100’ün üzerinde olduğu iddiaları da tabloyu tamamlıyor ve İçişleri Bakanı’na ek olarak Hamaney bile (sonuçları etkilemese de) 50 bölgede seçmen sayısından fazla oy çıktığını kabul ediyordu. Ahmedinejat’ın 2005’teki sürpriz seçim zaferi de speküle edilmiş, ordu komutanlarının tüm astlarına ‘en muhafazakar adayın kazanması için gerekenin yapılması’ emri verdiği benzeri iddialar ileri sürülmüşse de, kanıtlanamamıştı.
‘Hiçbir uluslar arası gözlemciye izin verilmemiş olması’; ‘oy pusulalarının ilk kez seri numarasız oluşu’; ‘telefonların geçici blokajı yolu ile sandıklardan haber almanın olanaksız hale getirilmesi’ ya da ‘seçimler başlarken sandıklar boş değildi’ benzeri spekülasyonlar BBC dahil batılı basında yer buluyordu. Musavi’nin vakit geçirilmeksizin bir ‘Gerçek Komisyonu’ oluşturularak seçim sürecinin büyüteç altına alınması çağrıları da yanıtsız kalıyordu.
1980 başlarında Başbakan olarak İstanbul’u ziyaret eden Musavi’nin üzerindeki devrimciliğin sembolü ‘yeşil parka’dan ziyade, İranlılar ve dünyanın önemlice bir bölümü nezdinde artık Ahmedinejat’ın ‘beyaz montu’; halk adamı olma ve tevazuun simgesi olarak algılanıyor. Hemen seçim sonrasındaki yoğun gösterileri önemsemez görünen Ahmedinejat Rusya’nın Ekaterinburg Kenti’ndeki Şangay İşbirliği Örgütü Toplantısı’na katılmakta sakınca görmüyordu. Buna karşın ‘Velayet-i Fakih’ yani Dini Önder Ali Hamaney Cumhurbaşkanı kadar soğukkanlı bir profil sergilemiyordu. Seçim öncesinde Ahmedinejat lehine desteğini açıkça ilan ederek bir anlamda söz konusu makamı önemseyen önemli sayıdaki vatandaşına ‘dini emir’ vermiş olmakla yetinmeyip, ilan edilen sonuçların kabul edilerek sokak gösterilerine derhal son verilmesini tehditkar ifadelerle ve alışık olunmadığı biçimde bir Cuma Hutbesi ile istiyordu. Bu oldukça riskli bir adımdı ve eylemler bu Hutbe sonrasında da sürse Velayet-i Fakih Kurumu nezdinde doğrudan Rejim tartışılır hale gelmiş olacaktı. Musavi’nin sokakla arasına mesafe koymasının ardından eylemler hızla sönmeye yüz tuttu.
Çizdiği anti emperyalist profil nedeni ile Chavez’in taktirlerine mazhar olan Ahmedinejat’ı ilk tebrik edenlerden biri de; Amerikancı politikalara fazlasıyla angaje görünen T.C. Başbakanı ve Cumhurbaşkanı oldu. Bu dahil, birçok gelişme ilk bakışta Musavi ile Erdoğan ya da F. Gülen, Ahmedinejat ile ise ulusalcılar arasında paralellik kurma girişimlerini büyük ölçüde geçersiz kılıyor. Zaten her durumda Musavi’nin Gülen ve Erdoğan başta olmak üzere ‘Amerikancı İslam’ın bayraktarlarına göre, Ahmedinejat’ın ise sıkıştıkları ilk anda “Zaten ben hep Amerikancı idim” diyen ‘bizim’ generaller başta olmak üzere ulusalcıların önde görünen isimlerinden daha kişilikli duruşların sahibi oldukları ortada.
Olaylara bulunduğumuz nokta ve görevlerimiz açısından bakmamız kaçınılmaz. Dolayısı ile sürece Türkiye’deki laiklik açısından baktığımızda Musavi, ABD karşıtlığı noktasından yaklaştığımızda ise Ahmedinejad bize daha yakın ya da daha az kötü gelebiliyor. Yoksul-zengin arasındaki ekonomik çelişki açısından Ahmedinejad, kadın hakları açısından baktığımızda ise Musavi yakın gelebiliyor. Liberal insan hakları açısından bakıldığında da Musavi’yi yakın bulabiliriz.. Chavez’in yaklaşımı tamamen doğal. Kastro da benzerini yapardı. Che yaşasaydı muhtemelen o da Chavez gibi davranırdı. Ancak Venezuella ya da Latin Amerika gibi ‘uzak’ bir coğrafyada değil de İran’ın yanı başında yer alıyor oluşumuz bizlere farklı sorumluluklar yüklüyor. Latin Amerikalılardan farklı boyutları da hesaba katarak davranmamız gerektiği açık.
İran Halkı’nın özellik ve dinamiklerini iyi bildiğini 30 yıldır kanıtlamış olan mevcut yönetimin son olaylar yaşanmamış gibi davranmayacağı beklenebilir. Umarız pragmatizmleri şimdiki dostlarını hayal kırıklığına uğratacak doğrultuda, yani bölgedeki ABD politikalarına yedeklenme yönünde evrilmez. Dünyanın yükselen ekonomileri olan BRIC (Brezilya, Rusya, India/Hindistan ve Çin) ülkeleri ile yakın ilişkileri hesaba katıldığında bu risk şimdilik yüksek görünmüyor ama Orta Doğu’da kartların sık sık yeniden karıldığı da biliniyor.
İranlı ilerici ve devrimci güçlere akıl öğretmek gibi bir konumumuz haliyle olamaz. O konuda tek söyleyebileceğimiz oradaki kardeşlerimizin de (aynen bizim Türkiye’deki ‘İt Dalaşı’nda taraf olmak yerine hakim sınıflar ve güçler arasındaki çelişki ve çatışmaları devrimci çalışma lehine ‘istismar etme’ görevimiz gibi) tüm enerjilerini İranlı emekçiler ve halklar ile yarınlara yönelik büyük buluşmayı kolaylaştıracak çalışmalara yoğunlaştıracaklarına olan inancımız ile başarı dileklerimizi yazmak olabilir.
Sonuçta hemen her yerde, o coğrafyanın özgünlüklerini de hesaba katacak şekilde adına yaraşır dayanışma ve eğitim hareketlerinin inşasına girişmeyi -günümüzde sıkıca tutulup ısrarla çekilmesi gereken- doğru devrimci halka olarak değerlendirdiğimiz biliniyor. Öyle olunca da tüm gelişme ve olanakları bu stratejik hedefimiz doğrultusunda değerlendirmemiz kaçınılmaz.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.