Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, aile içi şiddete maruz kalan bir kadını gerektiği gibi koruyamadığı için Türkiye’yi 36.500 Avro tazminat ödemeye mahkûm etti. 2002 yılında davayı açan Nahide Akgün’ün, 1990’da birlikte yaşamaya başladığı ve 1995 yılında evlendiği eski eşinden gördüğü fiziksel ve psikolojik şiddetin envanteri son derece kabarık: sayısız dayak, ölüm tehditleri, araba ile ezme girişimi, 7 yerinden bıçaklama… Liste uzayıp gidiyor. Üstelik şiddetin tek mağduru Nahide Akgün de değil. Şiddetten ve tehditten yılıp kızı ile birlikte İzmir’e kaçmaya çalışan Nahide’nin annesi, eski eşi H.O. tarafından tabancayla vurularak öldürülüyor.
Sadece bu özet bile olayın ne kadar trajik olduğunu göstermeye yeter. Olayı daha da üzücü hale getiren, Nahide Akgün’ün defalarca devlete başvurduğu halde eski eşinin şiddetinden korunamamış olması. AİHM’nin davaya ilişkin raporundan anlaşılıyor ki, resmi olarak işleme konulan hemen her şikâyetten sonra H.O. bir şekilde serbest kalıyor ve kısa süre içinde şikâyet, her ne hikmetse, geri alınıyor. Çeşitli kaynaklardan dönemin yasalarına göre şikâyetin geri alınması durumunda yasal olarak bir koruma sağlamanın mümkün olmadığı yönünde açıklamalar yapıldı. Elbette bu, hukukçuların tartışarak açıklığa kavuşturması gereken bir konudur.
Ancak durum sadece geri çekilen şikâyetten sonra devletin yasal olarak elinin kolunun bağlı kalmasıyla ilgili değil. H.O.’nun eşini ve annesini arabayla ezme girişiminden sonraki yasal süreçte mahkeme, davacıların şikâyetlerini geri çekmelerine karşın, yaralanmaların ciddiyetini dikkate alarak mahkûmiyet kararı veriyor (1998). Fakat H.O.’nun, mahkûmiyetin para cezasına çevrilmesinden sonra eşine ve kayınvalidesine daha yıllarca eziyet etme imkânı bulması, sorunun basit bir yasal boşluğa dayandırılamayacağının en açık göstergesi. Bu durumda devlet, bir vatandaşı tarafından şiddet gören diğer vatandaşlarını koruyamama konusunda istikrarlı bir yetersizlik sergilemiştir.
Öte yandan, hukukçular tarafından tartışılıp siyasetçiler tarafından çözüme ulaştırılmayı bekleyemeyecek kadar önemli bir başka sorun, bu olayda da ortaya çıkıyor: Kayınvalidesini öldürmesinin ardından mahkemeye çıkarılan H.O. kadının ahlaksız bir hayat sürdüğünü ve karısını da böyle ahlaksız bir hayat sürdürmeye zorladığını, “karını götüreceğim ve satacağım” dediğini ileri sürerek, cinayeti onuru ve çocukları için işlediğini söylüyor. H.O.’yu önce ömür boyu hapse mahkûm eden mahkeme, ağır tahrik ve iyi halden dolayı cezayı indiriyor. Bu karar ne kadar yasal olursa olsun, insani bakımdan şu anlama geliyor: Eğer birini tahrik ederseniz, yaşamınızın bedeli 15 yıl 10 ay (ve 180 TL) kadar ucuz olabilir. Ve bu karar, insanların sadece kitap yazdıkları için 28 yıla kadar hapis istemiyle yargılanabildikleri bir ülkede alınıyor! Kararın adli boyutu bir yana, ahlaki olarak mutlaka sorgulanması gereken bir yönü var: Hangi tahrik bir insanı canından etmeyi hafif gösterecek kadar ağırdır? Buna kim karar veriyor, ölçütünü kim belirliyor? Söz konusu sorular yalnızca bu davaya ilişkin değildir. Türkiye’de işlenen sayısız cinayetin failleri yıllardır namusu, onuru, töreyi bahane ederek, işledikleri suçun bedelini çok kısa süreli cezalarla ödüyor ve dışarı çıktıklarında başları dik(!), elleri kanlı bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar; yaşamlarına son verdikleri insanların bedenleri toprağın altında çürürken…
Belki AİHM’nin kararı, 14 yıldır tesadüfen hayatta kalabilmiş Nahide Akgün’ün yaşamının artık biraz daha güvende olmasını sağlayacaktır. Kararın bir başka olumlu yanı, Türkiye’de yaşanan bazı köklü çarpıklıkların tekrar gündeme gelmesini sağlamak oldu. Özellikle karara karşı Hükümet’in tutumu, çok öğreticidir.
İlk yorumlardan biri, TBMM Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Güldal Akşit’ten geldi. Akşit; AİHM’nin böyle bir kararı ilk defa Türkiye hakkında vermiş olmasını üzücü olarak değerlendiriyor. Ancak başvurunun 2002 yılında yapıldığını, dolayısıyla kararın o günkü şartlara göre yapılan değerlendirmelere dayandığını, oysa o zamandan beri Türkiye’de kadın hakları konusunda pek çok iyileşme sağlandığını söylüyor. Savunmanın can alıcı noktası ise son cümlede geliyor: “Bir tek talihsiz olaya göre değerlendirip ceza öngörmek Türkiye’ye haksızlıktır.” (Radikal, 11.06.2009).
Akşit’in bu yorumu yapabilmek için AİHM’nin 55 sayfalık karar yazısını okumamış veya bu konuda yeterince bilgilendirilmemiş olması gerekir. Raporda davacının yaşadıkları, tüm yasal süreçlerle birlikte 2008 tarihine kadar ele alındığı gibi, Türkiye’de aile içi şiddet ve kadının durumuna ilişkin çeşitli güncel kaynaklara da başvurulmuş. Bu kaynaklar arasında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın 2007 tarihli araştırması, Diyarbakır Barosu’na bağlı KA-MER’in 2005 tarihli araştırması, Amnesty International kuruluşunun 2004 tarihli raporu ve yine Diyarbakır Barosu tarafından hazırlanan, 1999-2005 tarihleri arasında işlenen töre cinayetlerine ilişkin bir rapor yer alıyor. Bu raporlarda verilen rakamlar, söz konusu davaya yol açan olayların münferit olmadığını da açıkça gösteriyor.
Benzer bir savunma, bizzat Başbakan tarafından da yapıldı. Erdoğan bir televizyon programında kararı utanç verici olarak nitelendiriyor, ama “tekil bir olayı Türkiye geneline fatura etmenin” yanlış olduğunu belirtmeden geçemiyor. Erdoğan ayrıca “Bu olaylar onlarda da var.” diye ekliyor ve devam ediyor: “ABD’de var, Japonya’da var. … Her bir kişinin başına güvenlikçi konulmaz. Bunun akılla izahı yok. Bunun eğitimle alakası yok. Bakıyorsun eğitimli insanlar neler yapıyor.” (NTV internet sitesi, 11.06.2009).
Yani yürütmenin başı da bunun tekil bir olay olduğu kanaatinde. Üstelik başka ülkelerde de olması, her nasılsa Türkiye’de böyle bir sürecin yaşanmış olmasını olağan kılıyor. AİHM’nin kararından sonra ilk tepkisi itiraz sürecini başlatmak olan Hükümet tarafından yapılan açıklamalarda nedense, bundan sonra benzeri olaylar yaşanmaması için alınacak tedbirlerden söz edilmiyor; onun yerine kararın ne kadar haksız olduğu üzerinde duruluyor. Erdoğan’ın sözlerinden de çözüme yönelik umut verici bir anlam çıkmıyor. Her bir kişinin başına güvenlikçi konulamayacağına göre, bu işi kolluk kuvvetleri yoluyla çözmek mümkün değil; Başbakan’a göre konunun eğitimle de alakası yok… Öyleyse sorunun tek çözümü var: AİHM’nin kararına itiraz edip, mümkünse bir daha böyle üzücü ve haksız kararlar almasını önlemek!
Burada amaç özellikle şu andaki yönetimi suçlamak değil; eleştiriler belirli bir anlayışa yöneliktir. Görünüşe göre Türkiye hala kendi vatandaşlarının yaşam koşullarını iyileştirmek için dışarıdan gelen dayatmalara ihtiyaç duymaktadır. Avrupa Birliği’ne uyum süreci içinde (yine dayatmalar sonucu) yapılan yasal düzenlemeler bir türlü hayata geçirilemiyor. Dostlar alışverişte görsün mantığıyla yapılan kâğıt üstündeki reformlarla ancak bu kadar oluyor. Bir kadının yıllar boyunca şiddete maruz kalması, tüm resmi kayıtlara karşın, AİHM’den çıkacak yankı uyandıran bir karar olmadan devletin gündemine giremiyor. Nahide Akgün hasbelkader yasal haklarının bilincinde bir vatandaş olmasaydı, belki de adını duymadığımız, benzer durumdaki pek çok kadın gibi öldürülecek ve kimsenin ruhu duymayacaktı.
Aslında AİHM’nin kararı ile tartışmaya açılan mesele, buz dağının görünen kısmıdır. Sorunun temel nedenlerinden biri, Türkiye’de devlet ile vatandaş arasındaki ilişkinin henüz sağlıklı bir temelde çözümlenememiş olmasıdır. Modern tanıma göre devlet, belirli bir bölge içinde yasal olarak güç kullanma yetkisine sahip olan tek yapıdır. Başbakan’ın açıklamaları, Türkiye Devleti’nin bu yetkiyi vatandaşlarının yarısını oluşturan kadınları korumak için kullanmaktan aciz olduğunu teslim ettiğinin ifadesidir. Yani devlet kadına yönelik şiddeti zor gücüyle engelleyemiyor, eğitimle de çözülecek iş olarak da görmüyor değil… Öyleyse bu durumda devlet, vatandaşına karşı temel sorumluluklarından olan güvenlik ve eğitimi yerine getir(e)memektedir. En iyi ihtimalle sağlık sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünebiliriz, yani kocası tarafından bıçaklanan kadının yaralarının tedavisi! Türkiye toplumu kendisine “Devlet ne işe yarar?” sorusunu sormadıkça, egemenler açısından gayet tıkırında yürüyen bu sistemin kendiliğinden değişmesini beklemek abes olur.
Sorunun en korkutucu yönü ise şiddetin yaygın kabul gören bir yöntem olarak kültürde yer edinmiş olması. Anlık cinnetler ve ağır tahrikler bir yana, birden fazla kişinin toplanıp ailenin bir bireyini öldürme kararı alabiliyor olmaları da bunun göstergesidir. Yakın zamanda Ağrı’da yaşanan bir olay, bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Kendisine ihanet ettiği gerekçesiyle karısının burnunu ve kulaklarını kestikten sonra şişleyerek yol kenarına atan koca, hem kadının ailesi hem de yörede yaşayan halk tarafından haklı bulunuyor! (NTV internet sitesi, 20.05.2009)
Türkiye’de kadın, bir yandan erkek arkadaşının evinde kafası kesilerek öldürülen gencecik bir insanın ailesine “kızlarına sahip çıksalarmış” diyen devlet, diğer taraftan işkence görüp yol kenarına atılan kadın için “hak etmiş, ibret olsun” diyen aile meclisleri arasında hayatta kalmaya çalışıyor. Ve şiddetin normalleştirildiği bu ortamda, toplumun geleceği, çocuklar yetişiyor…