Paris Komünü ve hangi geleneğin devamı olmalıyız

0
162

Ahmet Güneş (*)

18 Mart 1871’de Paris’in emekçileri, kendilerine katılan ve kuşatma altındaki Paris savunmasının bel kemiğini oluşturan ‘Ulusal Muhafızlarla’ birlikte “Çok yaşa Komün!” diye haykırarak, dünyanın ilk toplumcu iktidarını kurdular.

Tarihin ve büyük tarihsel olayların sınıf mücadelesinin ürünleri olduğunu kavrayamayan yorumlara göre, Fransa’nın Almanya tarafından işgalinin ve Paris’in kuşatılmasının yarattığı siyasi ve ekonomik sıkıntıların sonucu olan Komün, aslında Paris halkının kapitalizme ve onun yarattığı sefalete karşı bir başkaldırısıydı. Nitekim Komün’ün bu toplumcu niteliğini iktidarda kaldığı 72 gün boyunca uygulamaya koyduğu kararlarda görüyoruz.

Marx, sosyalizm anlayışının gelişmesinde önemli etkisi olan Paris Komünü’nün sosyal karakterini şöyle değerlendirdi:

Komün, çoğunluğun emeğini azınlığın zenginliğine dönüştüren o sınıf mülkiyetini, ortadan kaldırmak istiyordu. Şu anda, her şeyden önce emeği köleleştirmenin ve sömürmenin araçları olan üretim araçlarını, toprağı ve sermayeyi, özgür ve birleşmiş emeğin aletlerinden ibaret kılarak, bireysel mülkiyeti bir gerçeklik haline getirmek istiyordu. (Marx, 2016, s. 88)

Komün bünyesinde örgütlenmiş olan Paris Halkının, Bismarck liderliğindeki Alman ordularının işgaline karşı, ülkelerini savundukları doğrudur; ama aynı zamanda kendi bencil sınıfsal çıkarı için işgal ordularının taleplerine boyun eğen ve Fransız halkının sefaletinin sorumlusu olan kendi burjuvalarına karşı da, iktidarı almak için harekete geçtiler.

Bu anlamda Paris halkının ayaklanarak kurduğu Komün’ü Fransa’nın Prusya tarafından işgalinin sonucu olarak görmemek gerekir. Bir darbeyle ikinci cumhuriyeti kuran Louis-Napoleon döneminde kapitalizm yaygınlaşmış ve kendi yıkıcı sonuçlarını sefalet olarak ortaya çıkarmıştı.

Kapitalizmin zorunlu bir gelişme süreci içinde sanayileşme olarak tezahür etmesi, işçi sınıfının genel nüfus içindeki oranını yükseltmekle kalmamış, işçilerin sınıf bilinci ve örgütlülük düzeyini de geliştirmişti.1866’da yani Komün’ün kuruluşundan beş yıl önce 37 milyondan oluşan Fransa nüfusunun içinde 5 milyona yakın işçi vardı. Bu oran Paris’te işçilerin lehine daha yüksekti. 1 milyon 850 bin kişinin yaşadığı Paris’te 450 bin işçi ikamet ediyordu.

Komüne kadar bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşüklüğünden dolayı siyasi mücadelelerin içinde burjuvaziye eklemlenmiş bir sınıf olarak yer almış işçilerin artık tarih sahnesine kendi düzenlerini kurmak için çıkmasının koşulları olgunlaşmıştı. Zaten iktidarın burjuvazinin eline geçtiği 1789 devriminden bu yana Fransa, toplumsal altüst oluşların yaşandığı, siyasal mücadelelerin -çok sık- sınıfları, iktidar savaşlarına sürüklediği bir ülke durumundaydı. Bir gerginlik anında küçük bir kıvılcım, Paris’in sokaklarında barikatların kurulmasına ve tarafların silahlı çatışmalara girmesine yetiyordu. Fransa’nın işgali ve Paris’in kuşatılması olsa olsa bardağı taşıran son damla olmuştur.

Kendi imparatorluğunu kurtarmak ve birliğini sağlayarak Avrupa’nın yeni emperyal gücü haline gelen Almanya’nın önünü kesmek için Louis Bonaparte, Almanya’ya savaş açtı. Savaşın hemen başında, 2 Eylül 1870’ te Fransız ordusu ağır bir bozgun yaşadı. Amcası Napolyon’a özenerek bir darbeyle kendisini imparator ilan etmiş Louis Bonaparte’ta dahil on binlerce Fransız askeri esir alındı ve imparatorluk çökerek yerini yeniden cumhuriyete bıraktı.

4 Eylül’de gerçekleşen bu üst yapıdaki politik değişime önderlik eden Fransa’nın emekçileriydi. Ordunun yenilgisiyle birlikte Paris, Lyon, Marsilya gibi şehirlerde işçiler ve yoksullar kendi örgütlerini kurdular. Paris’in 20 semtinde işçi ve emekçiler silahlanarak kendi güçlerini burjuva iktidardan bağımsız olarak inşa ettiler. Sömürdükleri ve sefalete mahkûm ettikleri sınıfın silahlandığını gören burjuvazi, liderleri, Adolphe Thiers’in önderliğinde işgalci Almanya’nın isteklerini kabul ederek Paris halkını silahsızlandırmaya öncelik verdi. Fransız burjuvazisi için milliyetçilik demagojisiyle kandırılamayan işçilerin silahlanması devrimle eş anlamlıydı.1848 devrimlerinde sermaye sınıfı bu gerçeği görmüştü.

18 Mart’ta burjuvazinin emrindeki ordu güçleri ani bir saldırıyla Paris’in yüksek kısımlarına yerleştirilmiş topları ve ağır silahları ele geçirmek istedi. Paris savunmasının omurgasını oluşturan muhafız birlikleri silahlarını teslim etmeyi reddettiler. İçlerinde Paris’in savunması için, halkın parasıyla alınan 400 topun da bulunduğu ağır silahların tümüne halk güçleri el koydu. Bu itiraz kısa sürede Paris halkının isyanına dönüştü ve alışılageldiği gibi her tarafta savaş barikatları kuruldu. Ulusal Muhafız birliklerindeki askerlerin çoğu, Parisli yoksulların çocuklarıydı. Onların yığınsal katılımıyla işçiler ve yoksullar Paris’te iktidar oldu.

Valilik, Belediye binası ve bütün yönetim merkezlerinin yanı sıra askeri kışlaları da kaybeden burjuvazi ve yüksek devlet bürokrasisi Paris’i terk ederek yakınlardaki Versailles’a kaçtı. Ülkeleri işgal edildiğinde, yaşadıkları şehir kuşatıldığında, bu durumdan kaynaklanan açlıkla yüz yüze kalındığında isyan eden Paris’in emekçileri karşılarında kendi burjuvalarını buldular. Böylece savunma savaşı sınıf savaşına dönüşünce, iktidarı ele geçirerek yeni bir düzen kurdular. Kurulan bu düzen adalet eşitlik ve doğrudan demokrasiye dayanarak işçilerin toplumu ve kendilerini yönetmeye de yetenekli olduğunu gösterdi. Elbette sosyalist dünya görüşüne bağlı aydınların desteğiyle.

Yönetim Paris’in bütün semtlerinde (20 Arrondisments) Ulusal muhafızlar merkez komitesinin eline geçti.26 Mart’ta yapılan demokratik bir seçimle Ulusal Muhafızlar, iktidarı, halkın iradesini temsil eden 92 kişilik bir kurula devretti. Bu kurulun üyeleri, siyasal görüşleri itibariyle dönemin anarşistler, değişik eğilimlerden sosyalistler, Blankist komünistler, yanı sıra özgürlükçü cumhuriyetçilerinden oluşmuştu. Komün’ün dayandığı sosyal kitle ise temel olarak Paris’in işçi sınıfı ve kapitalizmin yoksullaştırdığı zanaatkarlar, onlarla çalışan kalfa ve çıraklar, öğrenciler, küçük işyeri sahipleri ve avukatlar, doktorlar gibi orta-sınıfın bazı kesimleriydi. Başlangıç döneminde hükümetin Fransa’yı onursuz bir antlaşmayla Almanya’ya teslim etmesine kızan bazı burjuvalar da Komün’ü destekledi ve bir kısmı içinde yer aldı. Fakat Komün yönetiminin emekçilerden yana aldığı bir dizi sosyal tedbire tepki duyarak kısa süre sonra desteklerini çektiler.

Komün yönetiminde Paris

İnsan topluluklarının tarihinin sadece baskı, sömürü, savaş, ırkçılık, cinsel ayrımcılık ve düşmanlıklardan oluşmadığının en iyi kanıtı Komün yönetimindeki Paris halkının birbirleriyle kurdukları demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü ilişkilerde görülebilir. İnsan denen varlığın ancak kişisel çıkar ve haz itkisiyle harekete geçebileceğini, bu anlamda eşit ortaklığa dayalı toplumcu düzenlemelerin insanın doğasına aykırı olduğunu savunan kapitalizm teorisyenlerinin bencillik üreten bütün fikirleri 71 bir gün süren komün iktidarı döneminde çürütüldü. İnsan doğasının ve varlık koşullarının, toplumu temel alan sosyalizme ve bireyin mutluluğunun toplumcu bir yaşam içinde gerçekleşebilmesine uygun olduğunu Komün, kısacık ömründe insanlığın bütününe gösterdi. Feodal güçlerin elinden iktidarı almak için burjuvazinin sahtece kullandığı ‘Özgürlük Eşitlik ve Kardeşlik’ şiarlarının üzerinden bir yaşamın mümkün olduğunu insanlığa Komün gösterdi.

Komün’ün yönetimini belirleyecek seçimlere gitmeden önce Paris’in idaresini elinde bulunduran Merkez Komitesinin yayınladığı bildiri, nasıl bir toplum yaratmak istediklerini açıkça ifade eder:

Fransa’yı şimdiye kadar yönetenler ülkemizi ve bizleri yıkıma ve onursuzluğa sürüklediler. Otorite, can ve iş güvenliğini sağlamaktan yoksundur. Ülke genel bir çöküntü içinde. Emeği yeni baştan örgütleyerek, özgürlük, eşitlik ve dayanışmaya dayanan yeni temeller üstünde yeni bir düzen kurmalıyız.

Komün Devrimi bu ilkeleri koyarak, gelecekte çıkar çatışmaları doğurabilecek nedenleri önceden ortadan kaldırıyor.

Komün, iktidarı elinde bulundurduğu sürece, yukarıdaki bildiride dile getirdiği ilkelere uygun bir toplumsal yaşam örgütledi. Bu doğrultuda hayata geçirdiği birçok siyasal ve ekonomik karar, günümüzün sosyalizm mücadelelerine yön verecek niteliklere haizdir.

Burjuvazinin egemenliğindeki Paris’te, insanları sömürmenin, soymanın ülke zenginliğini talan etmenin aracı olan özgürlük, halkın iktidarında birey ve toplum için gerçek bir uygulama imkânı buldu.

Komün ve iktidar

Paris halkı ayaklanma zafere ulaştığında, kolektif bir kararla burjuva devlet makinasını parçaladı. Bireyin ve toplumun özgürleşmesi için sınıfsal baskının ve sömürünün aracı olan askeri bürokratik aygıtın yıkılması gerekiyordu. Yerini alan yönetim özgür ve demokratik bir seçimle doğrudan halk tarafından belirlendi. Doğrudan demokrasinin uygulandığı yeni düzende yönetimde yer alan üyelerin istisna olmaksızın herhangi biri, halk istediği zaman görevden alınabiliyordu. Siyasal olarak hiç bir ayrıcalığı olmayan komün yöneticilerinin ekonomik olarak da bir işçinin aldığı maaştan fazlasını alma hakkı bulunmuyordu. Yöneticilerin bütün faaliyetleri halkın denetimine açıktı.

Komün’ün bir diğer tarihsel kararı düzenli orduyu lağvederek yerine tüm halkın silahlandırıldığı bir savunma anlayışı geliştirmesidir. Geleceğin bütün eşitlikçi toplum girişimlerine yol gösteren bu kararı komün, üstelik iki taraftan kuşatma altındayken, aldı. Bir tarafta işgalci Alman orduları diğer tarafta işgalcilerle iş birliği içinde Komün’e saldırmak için hazırlık yapan sömürücü sınıfların karşı devrimci ordusu bulunuyordu.

Komünün devlet ve yönetime dair kararlarının bütünü eşitlik ve özgürlük üzerine kurulacak bir toplumun temel ilkelerini bize, kendi pratiğinde hayata geçirerek sundu. Onun yönetimle ilgili işleyiş ilkeleri kendisinden sonra ortaya çıkan işçi devletlerinin neden temel olarak içerden çürüyerek yıkıldıklarını anlamamıza da yardımcı olacak açıklığa sahiptir. Uzun bir yozlaşma sürecinin sonunda kapitalizme dönüş yapan sosyalist ülkelerin, iktidar yapılarının bu gerici dönüşümü kolaylaştırdığını kavramak gerekir. Komün’ün siyasal işleyişi ve bu işleyişin aracı olan örgütsel yapısı, iktidarın sönümlenmesi ve insanlığın devlete gereksinim duymadan özgürce yaşayabileceği sınıfsız topluma geçişe uygun özelliklere sahipti. Adım adım çürüyerek kapitalizmi yeniden dirilten ”sosyalist” ülkelerin iktidar aygıtları ise, halkın yönetime katılmasını ve iktidarı denetleme yetkisini ortadan kaldırarak, sınıflı toplumlara özgü bir yöneten-yönetilen ilişkisi ortaya çıkardı. Versailles’da üstlenmiş karşı devrimci ordu, Paris’e saldırdığında emekçiler ve dostları son barikat düşene kadar canları pahasına kurdukları düzeni savundular, çünkü onlar Komün’ün söz ve karar süreçlerinde ve yönetim kademelerinde yer alarak yeni toplumun özneleri ve sahibi durumundaydılar. Kapitalizme yeniden dönüş yapan bir dönemin sosyalist ülkelerinde ise söz ve karar süreçlerinden dışlanmış, ayrıca bürokrasi üstünde hiçbir yaptırım gücü olmayan kitleler çoktan sisteme yabancılaşmışlardı ve bunun sonucu olarak düzenin kapitalizme dönüşüne engel olmadılar.

Paris Komünü, iktidar ve yöneten-yönetilen ilişkilerinde insanlık tarihinin en köktenci uygulamalarını hayata geçirdi. İktisadi hayatın düzenlenmesinde sosyalizmin ilkelerine göre en fazla halkçı bir düzeyi temsil eden komün, siyasal hayatın düzenlenmesinde aldığı kararlarla modern dönemlerin ilk gerçek demokrasisinin yaşanmasını sağladı. Burjuvazi silahlanmış halkın korkusundan Paris’i terk ettiğinde, hayatı örgütlemekle karşı karşıya kalan Komün yönetimi, ondan kalan devletin hiçbir işe yaramadığını gördü. Komün’e kadar büyük mülkiyetin sahibi olan sınıfların yoksullar üzerindeki egemenlik aygıtı olan devletin yapısı ve işleyişi; yalnızca zenginlerin ve unvan sahibi kişilerin oy verme hakkına sahip olduğu seçimler sonucu oluşan, yasama gücünün ve bu gücün atadığı yargı ve yürütmeden sorumlu bürokrasinin toplamından başka bir şey değildi. Ordu ve polis de bu diktatörlüğün koruyucu gücünü temsil ediyordu. Toplumun küçük bir azınlığının halkı sömürmesine ve ezmesine aracılık eden bu yapıyı Komün devrimci kararlarla ortadan kaldırdı, yerine toplumcu ve katılımcı bir demokratik idari yapı inşa etti.

Komün’ün en radikal siyasal kararlarını şu başlıklar altında toplamak mümkündür:

  1. Yasama, yargı ve yürütme organlarını tek bir merkezde birleştirdi. Bu kurumlara seçilenler doğrudan demokrasi yöntemiyle halk tarafından seçildikleri gibi halkın kararıyla da görevden alınabiliyordu. Aldıkları bütün kararlar tam bir şeffaflık içinde halkın denetimine ve eleştirisine açıktı. Böylece Komün yönetimindeki Paris’te yönetici olmak ve bunu kalıcı bir üstünlüğe dönüştürmek olanağı ortadan kaldırılmış oluyordu
  2. Her düzeyde yöneticinin ücretlerinin bir işçi maaşıyla sınırlandırılması yönetici olmayı maddi açıdan özendirici bir olgu olmaktan çıkardı. Herhangi bir kurumda görev alma isteğinin nedeni, müşterek yaşamın gereklerini gönüllü olarak yerine getirmeden ibaret oldu.
  3. Komün zorunlu askerliği ve yöneticileri atama yoluyla belirlenen düzenli orduyu dağıtarak yerine halk milisleri gücünü oluşturdu. Bu silahlı gücün her düzeyde bütün sorumluları seçimle tayin edildiği için halka hükmeden bir kudreti yoktu. İmparatorluğun orduları on binler halinde düşmanlarına teslim olurken Paris’i açlık ve ölüm pahasına savunan bu milis gücüydü.

Polisin ilga edildiği, ordunun yerini halk milislerinin aldığı, yargı görevlilerinin seçimle geldiği ve adli hizmetlerden yararlanmanın bir kamu görevi sayılarak parasız olduğu Komün idaresindeki Paris, o yılların en huzurlu şehri durumundaydı. Burjuvazinin kovulduğu ve emekçilerin yönettiği kent bambaşka bir yaşama tanıklık ediyordu. K.Marx bu Paris’i şöyle anlatır:

Komün’ün Paris’te gerçekleştirdiği dönüşüm gerçekten muhteşemdi. İkinci imparatorluğun ahlaksız Paris’inden hiçbir iz kalmamıştı. Britanyalı toprak sahiplerinin, İrlandalı Absentees’in Amerikalı eski köle sahiplerinin ve türedilerin, Rus eski serf sahiplerinin ve Eflaklı boyarların buluşma yeri olmaktan çıktı. Morglara ceset gelmez oldu, gece soygunları geçmişte kaldı ve hırsızlıklar nerdeyse son buldu. 1848’in şubat günlerinden beri Paris’in sokakları ilk kez gerçekten yine güvenli hale geldi ve bu noktaya herhangi bir polis gücü olmadan ulaşıldı. “Biz!” demişti bir komün üyesi “artık cinayet, hırsızlık ve kişilere yönelik saldırı haberleri almıyoruz; gerçekte de sanki polis Versailles’a giderken tüm muhafazakâr arkadaşlarını da sürükleyerek yanında götürmüş gibi. (Marx, 2016, s. 99)

Komün yönetimi ve ekonomik sosyal düzenlemeler

18 Mart’ta iktidarı alan Ulusal Muhafızlar Merkez komitesi, geçmiş burjuva devlet bakanlıklarının yerini alan ve kamu hayatını düzenlemekle sorumlu 10 tane komisyon kurdu. İlk olarak kuşatmadan dolayı halkın yaşadığı açlık sorununu çözmek gerekiyordu. Prusya ve karşı devrimci Fransa ordusunun kuşatması Paris’in kırsal bölgeleriyle ilişkisini koparmıştı. Bu durum teslim olmayan Paris’te yiyecek sıkıntısına yol açtı. Öyle ki, halk kıtlıktan dolayı hayvanat bahçesindeki filleri yemenin yanı sıra, fareleri de yakalayıp yemeye başladı. Bunun üzerine toplumun temel gereksinimlerini karşılamak için, toptancı tüccarların depolarında istiflenmiş yiyeceklerin kamulaştırılması yoluna gidildi. Dağıtım sistemi yurttaşlara verilen fişler üzerinden şu kıstaslar göz önüne alınarak düzenlendi:

  1. Hane içinde yaşayanların sayısı
  2. Eldeki yiyecek miktarı
  3. Kuşatmanın süresine dair yapılan öngörü.

Ayrıca et ve ekmek fiyatlarına narh konuldu, yanı sıra yiyecek maddelerinin satıldığı bütün yerler denetim altına alındı…

Alınan bu tedbirlere ve dayanışma ilişkilerine rağmen kuşatmanın yol açtığı beslenme sorunu varlığını hep sürdürdü. Buna rağmen kahraman Paris halkı teslim olma onursuzluğunu yaşamaktansa ölmeyi tercih etme kararlığından hiç vazgeçmedi.

Komün idaresinin aldığı en köktenci kararlardan biri de eğitim komisyonuna aittir. 1789 Devrimi’ne ihanet eden burjuvazinin yeniden şereflendirdiği Kilise’nin gücünü Komün kırdı. Önceki rejimin kabul ettiği dinsel kurumlara ait tüm ödemeler iptal edildi. Kiliselerin ellerinde bulundurdukları tüm zenginliklere ve varlıklara kamu yararına el konuldu. Okullar başta olmak üzere kamu kurumlarındaki bütün dinsel simgeler, dualar ve benzeri şeyler toplatıldı. Dinsel tarikatlara ait bütün okulların kapısına kilit vuruldu. Böylece kamusal hayattan çıkarılan din gerçek yeri olan kişisel özgürlük alanıyla sınırlandırılmış, devletin eklentisi olmaktan kurtulmuştu. Yeni bir toplumun oluşumunda eğitimin öneminin farkında olan eğitim komisyonu cumhuriyetin, laikliğin ve bilimin temel ilkelerine sıkı sıkıya bağlı düzenlemeler yaptı. Eğitim hemen parasız hale getirildi, özgür üniversitelerin kurulması için bir komisyon görevlendirildi. Eğitimdeki reformları belirlemek amacıyla, bütün uzman ve gönüllüler bir tartışmaya çağrıldı ve yardımları istendi. Komün ayrıca öğretmenlerin maaşını yükseltmekle kalmayıp erkeklerle kadın öğretmenler arasındaki ücret eşitsizliğine de son verdi.

Komün’ün çalışma hayatına.ve emeğe dair yaptığı düzenlemeler, onun bir emek iktidarı olduğu saptamasını doğrulayan zenginliğe sahiptir. Özel mülkiyeti ortadan kaldıracak kadar yaşayamayan Paris Komünü, iş hayatında yaptığı yenilikler ve yoksulları gözeten kararlarla bir işçi iktidarı olmayı kısacık süren iktidarında hak etti. Emek ve sanayi komisyonunun başında bulunan Leo Frankel, Komün’ün işçi sınıfının acil olarak ihtiyaç duyduğu tedbirleri almasında geç kalmasını, şu kesin sözlerle eleştirdi: “18 Mart Devrimi’nin işçi sınıfı tarafından yapıldığını unutmayalım. Eğer bu sınıf için hiçbir şey yapmazsak, bence Komün’ün hiçbir varlık nedeni kalmaz.”

Sosyal nitelikli ilk önlemler, yoksulluktan dolayı ödenemeyen kiralar, borçlarını ödeyemeyen yurttaşların bir devlet kurumu olan emniyet sandığına rehin bıraktığı eşyalar ve ticari senetlerle ilgiliydi. Ticari senetlerle ilgili olarak hiç bir faiz yükümlülüğü olmadan erteleme yoluna gidildi. Ödenemeyen kiralar için de aynı çözüm kararı alındı. Emniyet Sandığına rehin bırakılan eşyalardan 20 Frank’ın altında değere sahip olanlar borç iptal edilerek sahiplerine iade edildi. Kuşatma altındaki Paris’ten kaçanların terk ettiği konutlara, şehrin bombalanması sonucu evleri yıkılan veya oturacak bir evi olmayan insanlara verilmek amacıyla el konuldu.

Komün, Paris’in çalışma hayatının düzenlenmesiyle ilgilide yeni kararlar aldı. Fırınlarda çalışanların geceleri çalışması yasaklandı Ayrıca eski düzenin patronlara tanınan, işçileri cezalandırma ya da ücretlerini düşürebilme yetkisi iptal edildi. Komünün kurduğu sosyal düzenin emek niteliğini belirlemede en ön plana çıkan yasa, terkedilen atölye ve işletmelerin kullanım hakkını oralarda çalışan işçilere vermesi diyebiliriz. Bu yasanın uygulanması kooperatifler içinde örgütlenmiş çalışanlar üstünden gerçekleştirildi. Her ne kadar geri dönme durumunda patronlara ödenecek tazminat için bir komite kurulmuş olsa da bu yasayla, sermayenin işçi sınıfının denetimine geçmesinin yolu açılmış oluyordu.

Komün ve kadınların durumu

Tarihin ilk işçi iktidarının, eleştiriye en açık yanı kadınların toplum içindeki ezilmişliğini ortadan kaldıracak dönüşümlere kayıtsız kalmasıdır. Komün’ün Eşitlikçi ve özgürlükçü yapısından nasibini alamayan yegâne topluluğun kadınlar olduğu verilerle sabittir. Halbuki Komün’ün başlangıcını sağlayan olayların, bir anlamda erkeklerin kuşatmaya ve ihanet içindeki burjuvaziye başkaldırmasını sağlayan cüretin sahibi kadınlardı.

Burjuvazi Halkın elindeki topları almak için General Joseph Vinoy’un birliklerini gece karanlığında Montmartre tepelerine gönderdiğinde tehlikeyi ilk fark eden ve harekete geçen kadınlar olmuştu. Komün’ün yiğit savaşçısı Louise Michel (kadın)’in başını çektiği kadın ve çocuklardan oluşan bir topluluk askerlerin toplara el koymasına karşı koydular. Kısa sürede generallerin öngörmediği şaşırtıcı durumlar meydana geldi. Yürekleri halktan yana olan askerlerle önderliğini kadınların yaptığı topluluk arasında kardeşçe bir kaynaşma başladı. Vinoy’un generalleri Lacompte ve Thomas halkın üzerine ateş emri verdiğinde askerler bu emre uymadılar. İki general derdest edilerek kurşuna dizildiler.

Komün’ün kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesine kayıtsızlığı o kadar belirgindir ki, ne 92 kişilik yönetimde nede yürütmeden sorumlu 10 kişilik komisyonda tek bir kadın yoktur. Buna rağmen kuşatma ve Komün boyunca kadınlar çok sayıda örgüt kurmuş savunmada ve yaşamın örgütlenmesinde faal görevler almıştır. Kadın örgütleri semt ve mahaller ölçeğinde örgütlenmiş, eğitim sağlık, iaşe dağıtımı ve diğer bütün hizmetlerde erkeklerden daha fazla etkin olmuşlardır.

K. Marx, Komün için yaptığı değerlendirmelerde, kadınlardan övgüyle bahseder ve şöyle der:

Aşufteler koruyucularının, yani ailenin, dinin ve her şeyden önce mülkiyetin savunucusu olan Adamların izlerini bulmuştu. Onların yerine, Paris’in gerçek kadınları, yani eski çağlardakiler gibi yiğit, yüce ruhlu ve özverili olan kadınlar yeniden ön plana çıktı. (Marx, 2016, s. 98)

Komün kadınlarının yeteneklerini yiğitlik ve özveriyle sınırlı görmek eksik bir değerlendirme olur. İçlerinde Komün yönetiminde bulunan erkeklerden entelektüel olarak daha gelişkin olanlar vardı. Komün yönetiminde bulunmayı hak eden iki örnek, gerçeği kavramak için yeterlidir. Büyük bir toprak ağasının kızı olan Rus kökenli Yelizaveta Dimitreyeva bu kadınlardan biridir. Marx’ın yakın arkadaşlarından biri olan Yelizaveta aynı zamanda Birinci Enternasyonal’in üyesiydi. Komün döneminde Paris’te bulunan bu kadın militan Paris’in savunulması, yaralılar için sağlık hizmetleri ve diğer görevler için, ”Kadınlar Birliği”ni kurdu. Bu birliğin üyesi kadınlar, burjuvazinin orduları Paris’e saldırdığında erkek yoldaşlarıyla birlikte düşmanla göğüs göğüse çarpışmaktan geri durmadılar.

Komün kadınlarından olan, tarihsel kişiliklerden biri de Louise Michel’dir. Esas mesleği öğretmenlik olan Louise, aynı zamanda bir yazar, şair ve komünist militandı. Çok sayıda şiir ve devrimci gazetelere siyasal içerikli yazılar yazan Louise’in en önemli eseri Memoires’ti (Anılar). Önceleri o dönem Fransa’sının en devrimci akımı olan Blankistlerle hareket eden Louise daha sonra Anarşistlere katıldı, ama hiçbir zaman kadının kurtuluşu ve toplumdaki yeri konusunda onlarla hem fikir olmadı. Kadının eşitliği konusundaki düşüncelerini ona ait şu satırlarda görmek mümkündür:

Erkek hangi kesimden olursa olsun, hep efendidir. Biz kadınlar onunla hayvanlar arasında yer alan ayrı bir tür sayılırız. Proudhon kadınları, ev kadını ve fahişe olarak ikiye ayırmıştır. Acı içinde itiraf ediyorum biz, çağlar boyunca bu hale getirilen başka bir kasta dahiliz. Ben bütün hayatımca bunu gördüm. [1](Michel, 1886, s. 275).[i]

Bütün insanların eşitliğini savunmakla yetinmeyip her tür otoriteye karşı çıkan Anarşistlerin, kadın söz konusu olunca ne denli gerici olduklarını yaşayarak gören Louise, Komün günlerinde, erkek egemenliğine karşı nasıl mücadele ettiğini şöyle belirtir:

Komün sırasında kaç kez kadınların dışlandığı toplantılara katıldım. Kaç kez Ulusal Muhafız ya da er olarak, bir kadının adımını atamayacağına inanılan yerlere gittim.[ii](Michel, 1886, s. 276)

Komün’ün yenilgisinden sonra 36 yaşında yargıçların karşısına çıkarıldığında kendisine yöneltilen suçlardan anlıyoruz ki Louise, Komün’ün inşasında ve savunulmasında erkeklerden hiç de geri kalmamış. İtham edildiği suçlara bakarak bunu anlamak mümkün.

“18 Mart’ta General Lecompte ve Clement Thomas’ın tutuklanmasında suç ortaklığı yapmak “Onları bırakmayın.” diyerek öldürülmeleri eylemine katılmak.19 Mart’ta Bellevile ve Villette mahallelerinin silahlandırılması sorumluluğunu üstlenmek, bu eylemler sırasında Ulusal Muhafız üniforması giymek, Komün’ü savunmak söz konusu olduğunda kadınlar arasında sağlık hizmeti veren ambulansçı, barikatlarda dövüşecek savaşçı, hatta yangınlar çıkarmak üzere kundakçı bölükler örgütlemek. Parisli kadınların Versailles’la girişmek istedikleri barış görüşmelerine karşı kaleme aldığı bildiride:

Hayır Parisli işçi kadınlar barış değil kanlarının son damlasına kadar savaşmak istiyorlar. Bugün uzlaşma ihanet olur, mutlak toplumsal yenilenme, varolan hukuki ve toplumsal ilişkilerin yıkılması, ayrıcalıkların, sömürünün ortadan kaldırılması, sermaye egemenliğinin yerine emeğin egemenliğinin konulması, emekçinin kendi kurtuluşunu sağlaması yönündeki bütün umutlarımızın sonu olur” demek. Devrim kulübü başkanı olarak 18 Mayıs’ta alınan mahkemelerin, ibadet özgürlüğünün yasaklanması, rahiplerin tutuklanması, Blanqui’nin serbest bırakılmasına kadar her 24 saatte Versailles tutuklularından birini kurşuna dizilmesi kararlarına katılmak; İssy, Clamart ve Montmartre çatışmalarında bilfiil yer almak. (Michel, 1886, s. 318).

Tutuklu olduğu günlerde, kendilerini yargılayan hakim, General Antoine Appert’e yazdığı mektubun satırlarında, bu komünist militanın davasına ve yoldaşlarına ne kadar bağlı olduğunu görüyoruz:

Hepiniz biliyorsunuz, eğer burdan sağ çıkarsam, şehitlerimizin intikamını alırım

Yaşasın komün!

LOUISE MICHEL.”[iii]

(Michel, 1886, s. 78)

Komün’ün kurduğu toplumun, bariz bir şekilde erkek egemenliğinin bir biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumun oluşmasında toplumsal kültürün geriliğini, Komün’ün kısa süren ömrünü ve yönetimin etkin güçlerinden biri olan Proudhoncu anarşistlerin kadın sorunundaki cinsiyetçi tutumlarını dikkate alsak bile bu gerçeği değiştirmek pek mümkün değil.

Komün’ün yarattığı özgürlük ortamında örgütlenen kadınlar, boşanma hakkı, kadınlar için meslek okulları açılması, fahişeliğin ortadan kaldırılmasına yönelik sosyal ve ekonomik önlemlerin alınması, gibi taleplerde bulunmuşsa da sonuçta Komün’ün kadınlara yönelik yaptığı iki yasa vardır. Birinci yasa resmi olarak evli olan ve kocası savaşta ölen Ulusal Muhafızların eşlerine aylık bağlanmasıdır. Resmi olarak evli olmasa da birlikte yaşadığı ve Ulusal Muhafız gücünde asker olan erkeklerden çocuğu olan kadınların da bu kapsamda değerlendirilmesi, Komün’ün kadınlar için yaptığı en önemli düzenlemedir. Çünkü bu yasa aynı zamanda, kadın ve erkeğin devlete ve tutucu toplum kesimlerine hesap vermeden beraber yaşayabileceğini tanıyan bir özgürlüğü yasa haline getirmiş oluyordu. Ayrıca Komün’ün yıkılmasından bir hafta önce alınan bir kararla da eşinden ayrılan kadınlara nafaka hakkı tanındı. Kadınların ısrarı ve mücadelesiyle komün yönetimi, boşanmayı serbest bırakacak yasa için çalışmalar başlatmışsa da hiçbir zaman sonuçlanmadı. Marx’ın bile eşitlik ve özgürlük üzerine kurulmuş bir yeni toplum olarak nitelendirdiği Komün’ün özgürlüğü ve eşitliği kadınlardan esirgediğini yadsımak mümkün değil. Kömün’ün kadının kurtuluşu için aldığı önlemlerin, eski toplumu yıkarken yürürlüğe koyduğu devrimci uygulamaların gerisinde kaldığı kesindir.

Günümüzde erkek egemen toplum yapısını dönüştürmek isteyen kadınların, sosyalistlerin önderliğini ettiği Komün’de bile erkeklerin ayrıcalıklarını terk etmediklerini, görmeleri gerekir. Siyasi ve iktisadi dönüşümler için gözünü kırpmadan ölümüne mücadele eden erkekler kadınlar üzerindeki hakimiyetlerini gönüllüce bırakmaya pek rıza göstermediler, kayıtsız kaldılar.

Komünist bile olsalar, insan doğasından kaynaklanan, hükmetme ve yararlanma güdüsünü, sürdürme eğiliminde olan erkekleri eğitmek, öyle görünüyor ki çağlar boyu sürecek. Eğitimin bile tek başına, bu eşitsizliği gidermede çözüm olabileceğine dair veriler yeterince ikna edici değil. O halde kadınların, iki cinsin ilişkisini boğan erkek egemenliğini engellemesi, çözüm olarak en güçlü yerde duruyor.

Komünün yenilgisi ve nedenleri

Bireyci ve bencil bir toplum anlayışının eseri olan kapitalist sistemin, ürettiği bütün kötü sonuçlarla aşılabileceğini, emekçilere ve insanlığa gösteren Komün, ne yazık ki, esasta kendi hatalarından kaynaklanan nedenlerle yenildi. Versailles’da üslenmiş, düşman Komün’ün kendisini serbest bırakmasından yararlanarak silahlı gücünü yeniden oluşturdu.

21 Mayıs pazar günü Saint-Claude kapısından Paris’e giren düşman orduları, bir hafta süren katliamlarla Paris’i bir cesetler şehrine çevirdiler. Paris halkı Komün’ü sokak sokak, mahalle, mahalle, ev ev savundu. Bir hafta süren çarpışmaların sonunda Paris halkı 30 binden fazla ölü ve 40 bin esir verdi. Bu tutsakların çoğu çok kötü koşullarda bir yaşam sürdüğünden öldü. Bu anlamda gerçek ölü sayısı bilinmemektedir. Sağ kalanlar binler halinde Fransız sömürgeleri Yeni Kaledonya ve Guyana sürüldü.

Paris, vahşet orduları tarafından zapt edildiğinde, geriye yarı yarıya yıkılmış bir şehir kaldı. Aynı şehir Bismarck orduları tarafından kuşatıldığında, onu teslim etmek için pazarlık yapan Fransız burjuvazisi, bununla da yetinmeyerek, Prusya kralı 1.Wilhelm için Versailles sarayında taç giyme töreni düzenledi. Hitler Paris’e el koyduğunda da burjuvazi atalarının izini sürerek sınıfsal çıkarı için ülkesini ve halkını satmada bir onursuzluk görmedi. Ama söz konusu olan işçi sınıfı olduğunda Fransız burjuvazisi şehri yarı yarıya yıkıp halkını katletmekte bir sakınca görmedi. Çünkü Paris onlar için bir mülkten öte bir şey değildi. Mülkü bir başka mülk sahibiyle alışveriş ve pazarlık konusu yapabilirdi; ama zenginliği ayak takımına bırakmak kabul edilemezdi. Mülkün bölüşümü için yapılan pazarlığın öbür ucu olan Alman burjuvazisi de Thiers’le hem fikirdi. İki ay önce birbirinin gözünü oyanlar komünizm korkusuyla işbirliği yaparak Komün’ü boğdular. Çünkü tehlike büyüktü.1848’de ayaklanan Paris halkı devrimi bütün Avrupa’ya sıçratmış, mülk ve servet sahipleri bu fırtınadan işçi sınıfının bilinç ve örgüt eksikliğinden yararlanarak, paçayı zor kurtarmışlardı. Bu sefer durum daha da tehlikeliydi. Paris’te iktidar olanların kurduğu düzen toplumcu olduğu gibi, savaş karşıtı ve diğer Avrupa ülkelerinin işçileriyle birlikte davranma çağrıları yapıyordu. Kıtanın modern tarihinde, ilk defa yoksullar şovenizmin hezeyanlarına kapılmayıp mülkiyetin ortaklığı, sömürünün bitmesi, emeğin egemenliği için iktidara el koymuşlardı. Komün yönetiminde yer alan Alman, Polonyalı Rus kökenli politik sürgünlerin bulunması, Vendome meydanındaki savaş ve emperyal yağmanın sembolü olan sütunun yıkılması iyiye alametler değildi. Şimdilik Paris’le sınırlı olan bu durum, bütün Avrupa yoksullarını harekete geçirmeden ezilmesi gerekiyordu. Versailles Paris’e saldırmak için Bismarck’tan esir olan Fransız askerlerini istediğinde, bu isteği geri çevrilmedi.130 bin esir asker saldırının emrine sunuldu. Şehrin batı yakasını tutan Alman ordularının desteğiyle saldıran burjuva ordusunun karşısında sokak çatışmalarında başarılı olan komünler meydan savaşlarında ağır yenilgiler yaşadılar. Çünkü Komüncüler merkezi ve düzenli bir ordu oluşturmamanın acı sonucunu yaşıyorlardı. Kanlı bir haftanın sonunda Komün’den geriye, binlerce ölü, tutsak, yıkılmış bir şehir, bir de Avrupa burjuvazisinin duyduğu korku kaldı, emekçilerin iktidarı yıkıldığı halde.

Sermaye sınıfının yaşadığı toprakları ve onların keselerini şişiren emekçileri, savunma onurundan yoksun olduğunu gösteren en çarpıcı örnek Paris’tir. Her işgal edildiğinde bu güzelim şehrin zenginleri kendilerini, utanmazca galibin kucağına fırlattılar, Yine her, seferinde ülkeyi ve başkenti savunma onurunu yoksullar ve onların kaderini değiştirmek isteyen Komünistler gösterdi.

Komün’ün yenilgisine yol açan nedenleri özlü olarak belirtmek gerekirse; şu temel sebepleri ileri sürebiliriz:

  1. 18 Mart’ta Paris halkı iktidarı aldığında karşı devrimin ordusu motivasyon olarak çökmüş ve dağılmış durumdaydı. Paris’i savunmakla görevli Ulusal Muhafızların yanı sıra düzenli ordunun mensupları da Komün’e silah çekmeyi reddetmişlerdi. Nitekim silahsızlandırmayı engelleyen halkın üzerine ateş edilmesi emrini veren iki generali kurşuna dizen kendi askerleri olmuştu. Eğer Komün güçleri savaşma kapasitesini kaybetmiş orduya kesin ve bitirici darbeyi vursaydı, bu ordu kendisini yeniden var etme imkânı bulamazdı,
  2. İktidarı burjuvazinin elinden alan Komün, anlaşılması zor olan bir nedenle, onun Merkez Bankası’nda yatan paralarına el koymaktan kaçındı. Emekçilerin alın terinin ürünü olan bu servet, Kömün’ün ihtiyaçları için kullanılsaydı, savaşı kazanma ihtimali artabilirdi. Her şeyden önce, bu para Komün’ün en büyük eksikliği olan, merkezi ve düzenli bir ordunun kurulması için kesinlikle kamulaştırılmalıydı. Komüncülerin bu tuhaf davranışı, hırsız damgası yememekle izah edildi; burjuvazi ise bu paralara aynı saygıyı göstermedi. Merkez Bankası’nda bulunan bu parayı Versailles’a transfer eden karşı devrim, onu dağılmış ordusunu toplamak ve güçlendirmek için kullandı. Üstelik banka Komün’ün denetiminde olan bölgede olduğu halde, paranın Versailles’a taşınmasına müsaade edildi.
  3. Versailles’da karargâh kurmuş karşı devrimci güçleri dağıtmakta geç kalan Komün kendini tecrit edilmiş halde buldu. Aynı anda Fransa’nın diğer bölge ve şehirlerinde ortaya çıkan komünlerle birleşme fırsatını kaçıran Komün, Paris’i aşan bir güç olamadı. Bunu gerçekleştirmenin koşulları ortaya çıkmıştı. Prusya orduları Paris’in kapılarına dayandığında, güney Fransa’nın, Marsilya, Toulouse gibi büyük şehirlerinin yanı sıra, ülkenin ikinci büyük şehri olan Lyon’da da ayaklanmalar baş göstermiş ve komünler kurulmuştu. Fakat bütün bu ayaklanmaların merkezi bir yönetimden yoksun olması, aralarındaki koordinasyon eksikliği ve neyi nasıl yapacaklarına dair belirsizlikleri, ömürlerinin uzun olmasına yetmedi. Taşra ve Paris’in dışındaki şehirlerde ortaya çıkan komünlerin zaaflarından yararlanan burjuvazi, devrimci güçlerin ulusal düzeyde egemenlik kurmalarının önüne geçti. Bu tecrit durumu Paris Komünü’nün yenilgisini kolaylaştırdı.
  4. Yenilginin en belirleyici ve bütün zaafların yeşermesine kaynaklık eden nedenin, Komün yönetiminin, etkili bir merkezileşmeyi başaramaması ve öngörü sahibi bir liderlikten yoksun olmasıydı. Yönetimde yer alan akımların aralarındaki anlaşmazlıklar, özellikle Komün liderliğinde etkili olan Anarşistlerin, otoriterleşmeyi gerekçe göstererek, merkezileşmeye sürekli karşı çıkması, düzenli bir ordu kurarak Versailles’a saldırmayı engellemesi, kendini en çok Paris’in savunmasının güçten düşmesine yol açarak ortaya çıkardı. Komün’ün yaratılmasında en güçlü dinamik olan Ulusal Muhafızlar’ın en savaşçı üyeleri, aynı zamanda en disiplinsiz davranışları sergileyen güç durumundaydılar ve çok sık kargaşaya yol açıyorlardı. Bu durum Komün’ün direnme gücünü zayıflatmaktan başka sonuç doğurmuyordu.

Komünün siyasal bileşimi

Çürüme, sefalet, cinsel ayrımcılık, sömürgecilik ve benzeri sonuçlar üretmekten başka marifeti olmayan Kapitalizmin yıkılabileceğini; yerine emeğin iktidarı aracılığıyla, özgürlüğe, eşitliğe ve kardeşliğe dayalı bir toplumun kurulabileceğini kanıtlayan Paris Komünü’nün, bünyesinde, temel olarak üç politik akım bulunuyordu. Dördüncü bir güç olarak Birinci Enternasyonal’in Marksist kanadına yakın duranların sözü edilecek bir etkinlikleri yoktu. Her ne kadar, bu grubun içinde Alman kökenli bir Komünist olan Leo Frankel (on komisyondan biri olan emek ve sanayi komisyonu üyesiydi) ve Varlin gibi yetenekli kişiler bulunsa da Komün’ü çekip çevirenler Anarşist ve Blankist liderler yanı sıra Jakoben devrimcilerin fikirlerine sahip radikal cumhuriyetçilerdi.

Anarşistler

Anarşistler Pierre-Joseph Proudhon’un görüşlerini savunuyorlardı. Poudhon’un fikirleri tutarlı ve bütünlüklü bir kuram oluşturmaktan yoksundur. Kapitalizm Fransa’da boy vermeye başladığında, nüfusun önemli bir bölümünü zanaatçılar ve onların atölyelerinde çalışan kalfa ve çıraklar teşkil ediyordu. Sanayi işletmelerinin gelişmesi, atölyelerin kapanmasına ve buraların sahipleri olan zanaatkarların yoksullaşmasına yol açtı.19. Yüzyıl Avrupa’sında sınıf mücadelesinin çok sık iç savaşlara yol açtığı Fransa’da ayaklanmaların en önemli sosyal dinamiklerinin başında bu kesimin geldiğini söylemek abartı olmaz. Proudhon’un fikirlerine bağlı olarak gelişen Anarşizm, Kapitalist gelişmeye paralel ortaya çıkan ve kendisini yıkıma sürükleyen kapitalizme karşı, küçük burjuvazinin (Atölye düzeyinde işletmelerin sahipleri) tepkisidir. İlk dönem fikirleri ağırlığı kapitalizmin eleştirisine dayanan Anarşizm’in sosyalizm hakkındaki kurucu fikirleri, iktisadi ve siyasi hedefler bakımından küçük burjuvazinin özlemlerini yansıtır. Özgürlük ve eşitlik fikirleri, toplumcu bir dokuya sahip olsa da önceliği bireye verir. Ayrıca Kadın ve aile konusundaki düşünceleri oldukça gericidir. İleri tarihlerde Anarşist hareketin içinde etkili bir konumda olan Bakunin, teoride bazı düzeltmeler yapmışsa da temel ilkeler hep aynı kaldı. Sınıfsız bir topluma geçiş sürecinde her türlü otoriteye karşı çıkmaları, bu akımı tarihsel olarak ütopik bir konuma sürükledi.

Anarşistler, kuruluş ve savunma süreçlerinde kahramanca militanlık yapsa da kuramlarının sebep olduğu sorunlardan dolayı, Komün idaresinin merkezileşmesine, savunma için şart olan düzenli bir ordunun kurulmasına engel oldular. Bu durumun Komün’ün yenilgisinde payı büyüktür.

Blankistler

İsimlerini, kurucuları olan Louis Auguste Blanqui’den alan bu topluluk ideolojik olarak, Komün bileşiminin en komünist ve en ihtilalci kanadını temsil ediyordu. Alsace ve Lorraine bölgelerini ele geçirip hızla ilerleyen Prusya orduları, Başkenti kuşatma altına aldığında, burjuvazinin iki yüzlü karakterinin bilincinde olan[2] Blankistler, iktidarı almak için, belediye sarayına saldırı düzenleyen tek gruptu. Komün’ün başlangıç günlerinde aynı binaya hücum edip ele geçiren yine Blanqui’ye bağlı devrimci militanlardı. Burjuvazi Thiers’in peşinde Versailles’a kaçtığında Versailles’a ani bir saldırıyla, karşı devrimin tüyen güçlerine bitirici darbeyi vurmayı Komün konseyine önerenler yine Blankistler’di. Bu önerileri kabul edildiğinde işçi iktidarının son günleriydi. Çünkü karşı devrim Komün’ün hatalarından kurnazca yararlanarak ordusunu yenilemiş, ilk günlerin bozgun koşullarını aşmıştı. Marx bir değerlendirmesinde, ilk çağların saygı duyulacak tek kişiliğinin Spartaküs olduğunu söyler. Eğer bir analoji yapmak gerekirse, kapitalizme karşı en keskin mücadelelerin verildiği 19. yüzyılın en görkemli devrimcisi Auguste Blanqui demek, bir gerçeği teslim etmek olur. 76 yılık toplam hayatının 37 yılını hapislerde geçiren Blanqui, 1830 devrimci olaylarını izlemek için bir gazeteci olarak gittiği sokaklardan eline bir silah alarak savaşçı olarak çıktı; tıpkı Andreas Baader’in kaçırılmasını haber yapmak için oraya çağrılan Ulrike Meinhof’un, Alman Kızıl Ordusu’na katılması gibi.[3]

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Komün’ün yenilgisine yol açan hataların başında liderlikten yoksun olması geliyordu. Bu görevi yapmak için en önde gelen devrimci aday Blanqui’den başkası olamazdı. Liderlik için gerekli olan kararlılık, öngörü, eylemi sonuna kadar götürme, taktik ve strateji belirleme gibi yeteneklerin yanı sıra, Paris halkı ve devrimciler üzerinde de büyük bir saygınlığa sahipti. Karşı devrimin ruhen çöktüğü, silahlı güçlerinin dağıldığı, Komün’ün başlangıç günlerinde, düşmana yok edici darbeyi vuracak kararı alabilecek ve bu kararı diğerlerine benimsetecek tek devrimci Louis Blanqui’idi. Devrimci coşkunu zirveye çıktığı, yığınların psikolojik olarak her türlü atılganlığı yapacak kararlılığı gösterdiği anlar, savaşın sonunu tayin edecek öneme haizdir. Belki de kısa bir gecikme elverişli durumu tersine çevirebilir hatta devrimin yenilgisine bile yol açabilir. Siyasal mücadelelerin bu gerçeğini tarihte en iyi anlamış devrimci önder Lenin’dir. Bolşevik merkez komitesinin muhalefetine rağmen ayaklanmada ısrar eden Lenin’in çabaları olmasaydı, Ekim Devrimi’nin olmayacağı bir kehanet sayılmaz. Bu gerçek Troçki tarafından çok iyi açıklanır:

Aklı evvellerimiz, Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı, Ekim devrimi yine de gerçekleşirdi diyebilir. Ama bu doğru değildir. Lenin, tarihi sürecin öğelerinden birini temsil ediyordu. O, proletaryanın en aktif kesiminin deneyimini, kavrayışlılığını kişiselleştirmişti. Onun devrim arenasına zamanında çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ve köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyici ise, tarihsel dönüm noktalarının kritik anlarında, siyasal önderlikte, o denli belirleyici bir etken haline gelebilir.

Paris Komünü’nün belki de en büyük talihsizliği, Blanqui’nin Komün’den kısa süre önce düşman tarafından yakalanmış olmasıydı. İşçi sınıfının iktidarı, Blanqui’yi ellerindeki rehinelerle takas etmek istediğinde Thiers bunu kabul etmedi. Çünkü burjuvazi, Blanqui’yi bir devrimci olarak çok iyi tanıyordu. Komün’ün başına geçecek bu devrimcinin kendileri için yaratacağı tehlikelerin farkındaydı; o yüzden Komün yenilene kadar onu elinde tuttu. Thiers Komün’ü askeri açıdan en iyi yönetecek kişinin Blanqui olduğundan kuşku duymuyordu.

Bu geçeğin farkında olan bir diğer kişi de K. Marx’tı:

Pisikopos Dorboy’nin gerçek katili, Thierstir.Komün, başkiposu ve bir yığın başka din adamını, sadece Thiers’in elinde bulunan Blanqui karşılığında takas etmeyi defalarca teklif etmişti. Thiers bunu inatla redetti. Blanqui’ile Komüne bir baş vereceğini, buna karşılık, başpiskoposun,kendi amaçlarına en büyük hizmeti cesediyle sunacağını biliyordu. (Marx, 2016, s. 114).

O dönemin Avrupa çapında etkili olan iki sosyalist akımı, Blanqui’ye hep eleştirel yaklaştı. Anarşistlere göre savunduğu merkeziyetçi; disiplinli, silahlı ve gizli örgütlenen, sokak çatışmalarının başladığı anlarda öncü bir gurup olarak saldırıya geçen özellikleriyle Blankistler özgürlüğü yadsıyan otoriter bir yapıydı. Marksist sosyalistlere göre ise seçkin ve nitelikli bir gurupla kitlelerden kopuk bir şekilde iktidarı almaya çalışan komploculardı. Marx’ın Blanqui’ye yönelik komploculukla nitelendirdiği eleştirisi yoktur. Blanqui, Marx’ın yazılarında işçi sınıfının gerçek önderi olarak söz konusu edilir ve bu bir yüceltmedir. Blanqui’nin komploculukla nitelendirilmesi Engels tarafından, Komün’ün yirminci yıl döneminde, Marx’ın Fransa’da İç Savaş eserine yazdığı önsözde dile geldi. Engels Blanquist hareketi şöyle değerlendirdi:

Komplo okulunda yetişmiş olan ve ona uygun düşen katı disiplinin bir arada tuttuğu, Blankistlerin, temel aldığı görüşe göre, görece az sayıdaki kararlı ve iyi örgütlenmiş adamın, sadece belirli bir uygun anda, devlet iktidarını ele geçirmesi değil, halk çoğunluğunu devrime çekmeyi ve liderlik yapan küçük grubun çevresinde toplamayı başarana kadar, büyük ve amansız bir azim göstererek iktidarı elinde tutması mümkündü. Bunun için, her şeyden önce, bütün iktidarın, en diktacı şekilde yeni devrimci hükümetin elinde toplanması gerekiyordu. (Marx, 2016, s. 24).

Her iki görüş de doğru olmaktan uzaktır. Anarşistlerin eleştirisi, sınıfsız topluma geçişte emeğin diktatörlüğünü öngörmediği için, üzerinde durulmayı gerektirmeyecek kadar sosyal gerçeklere aykırı ve tarih dışıdır. Engels’in yorumu ise oldukça tartışma götürecek bilgiler ve yanılgılar içermektedir Her şeyden önce kendisinin de saptadığı gibi,- sadece belirli bir uygun anda- Blanqui ve taraftarı militanlar, iktidarı almak için kendilerinin keyfi olarak seçtiği bir anda değil kitlelerin ayaklandığı ve devlete silahlı saldırının koşullarının oluştuğu momentlerde harekete geçiyorlardı, örneğin Komün döneminde olduğu gibi. Lenin önderliğindeki Bolşevik devrimcilerin ekim günlerinde yaptığı şey de, bundan farklı değildi. Gizli örgütlenmiş, birbirine sıkı bir disiplinle bağlanmış ve kendisini devrim davasına adamış öncü militanlar, eleştirisine gelince, bu niteliklere haiz bir yapı olmadan günümüzün şartlarını dikkate aldığımızda, hiç bir yerde devrim gerçekleştirmek mümkün olmaz. Rusya’da işçi ve köylülerin iktidarı almasına öncülük eden Bolşevikler tam da böyle bir örgüte sahiptiler. Engels’in değerlendirmesinde geçen ”az sayıdaki kararlı adam” tespiti göreceli özelliğinin yanı sıra eksik bilgileri yansıtan bir eleştiridir. Blankist hareket, 19. yüzyılda, sınıf mücadelelerinin kanlı biçimler aldığı Fransa’da en kitlesel hareketti ve Blanqui liderliğinde yaptıkları bütün iktidar olma teşebbüslerinde, yani uygun anlarda, yüzlerce hatta binlerce savaşçıyı eyleme geçiriyorlardı. Blanqui’in devrim anlayışının kitlelerin yıkıcı gücünü dikkate almayan, bir küçük grubun silahlı girişimiyle iktidarın alınabileceğini savunduğunu zannedenler, tartışılmaya muhtaç bir eksik bilgiyle yorum yapıyorlar. 1868’de yazdığı Silah Alma Bilgisi (Instruction pour une prise d’arme) eserinde, silahlı saldırının detaylı, taktik ve planlarını verir. Şöyle der:

Silahlı ayaklanma tesadüflere bırakılamaz, planlanmalı ve örgütlenmelidir. Milis kuvvetleri ve sokak barikatları inşa edilmelidir. Silahlı ayaklanmanın saldırı konumunda olması ve düşmanın politik merkezi ve silahlı güçlerini hedeflemelidir. Halkı silahlandırarak burjuva silahlı güçlerini silahsızlandırmalıdır.

Düşmanın elinde tutukluyken Blanqui’nin Komün’ün başkanlığına seçilmesi bunun kanıtlarından biri değil mi; öldüğünde iki yüz bin Parisli’nin mezarlığa kadar yürümesi neyle açıklanabilir? Blanqui’yi kitlelerden kopuk maceracılıkla suçlayanlar onun ölmeden kısa bir süre önce yapılan 1879 seçimlerinde büyük bir oy farkıyla milletvekili seçildiğini öğrenmeleri gerekir. Uygun anlarda, öncünün devrimci girişimiyle zaferin elde edilebileceğinin en öğretici örneği Küba devrimidir; koşullar uygun olduğunda küçük ve iyi örgütlenmiş bir devrimci grubun; şayet doğru yöntemle savaşırsa, hazır olmamış ya da yeterince eğitilmemiş gibi görünen milyonları devrime seferber edebileceğini tarih bize Küba topraklarında gösterdi. Ülkemiz Türkiye’de 12 Eylül faşist cuntasının gücünün zirvede olduğu yıllarda, üstelik Türkiye devrimci hareketinin ağır bir yıkım yaşadığı koşullarda, Kürdistanlı devrimciler de iyi hazırlanmış bir öncüyle, devrimciliği süreç içinde milyonlara mal edecek düzeye çıkardılar.

Bir tarihi bilgiyi vermekte yarar var; Engels, Blankist hareketi komploculukla suçladığında sene 1891’di, Avrupa devrimciliğinin öncülüğünü yapan Fransız devrimci hareketi yenilmişti. Komün yenilgisinin sonucu, en iyi militanlar öldürülmüş ya da sürgüne gönderilmişti; bunun sonucu, iktidarı almaya odaklanmış stratejiler terkedilmiş, sendikaları öne, alan genel oy hakkı için mücadeleyi işçi sınıfının en güçlü taktiği olarak gören; buna uygun olarak seçimleri ve parlamentoyu sosyalizme geçiş için olanaklı gören bir anlayış Avrupa sosyalist hareketlerinde öne çıkmıştı. Bu Alman sosyalizmiydi ve buna bilimsel sosyalizm deniyordu. Bu akım sosyalizmi bir mukadderat olarak algılıyordu. En parlak teorisyenlerini, Bernstein ve Kautsky döneklerinde bulan bu çizgi, çok geçmeden emperyalist savaşta kendi burjuvazisinin hizmetkarı oldu. Bu döneklerin biçimlendirdiği parti milyonlarca işçinin devrimci enerjisini boşalttığı gibi I. Dünya Savaşı’nın sonunda yıkım noktasında olan Alman kapitalizmini de kurtardı. Bütün hayatını işçi sınıfının kurtuluşuna adamış, Marx’la birlikte bu kurtuluşun kuramını geliştirmiş Engels, -reformist Alman sosyalizmini tamamen desteklemese de- Marx daha sağken üyeleri oldukları Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin reformist programına kızdıkları için istifa etmek istemişlerdi.

Marx ve Engels’in geliştirdiği sosyalist kuram, Ekim devriminin zaferinden sonra diğer bütün sosyalist kuramlara üstünlük sağladı; ama kuramın kendisi birbirinden çok farklı yorumlara yol açarak ayrılıklara neden yapıldı. Kendini Marksist sayan hareketler, Marx neyi ne zaman ve hangi bağlamda söyledi tartışmalarıyla işçi sınıfı hareketini bölen, onu burjuvazi karşısında zayıflatan gelişmelere sebep oldular. Hatta bu durum zaman içinde, tümü kendisini Marksist sayan akımlar arasında öldürmelerle sonuçlanan çatışmalar düzeyine çıktı. Ülkemiz yakın tarihi itibariyle bu olumsuzluğa en iyi örnektir.

Engels’in Blanqui’yi komploculukla eleştirmesini bu anlam dünyası içinde yorumlamak gerekir. Çünkü Komün’ün yenilgisi, Rus devriminin zaferi ve devrimin tartışmasız lideri Lenin’in sadık bir Marx izleyicisi olması, sosyalizmin diğer Blanqui gibi devrimci önderlerinin görüş ve eylemlerinin üzerlerinde, çok düşünülmeden itibar kaybetmesine yol açtı. Öyleki, özellikle ülkemizde devrimci teorinin kavranması hep sosyalist teorinin çok yapılı kaynaklarını göz ardı eden bir yöntemle benimsendi. Bunun tek istinası Mahir Çayan oldu; zafere ulaşmış bütün devrimleri inceleyerek Türkiye’ye özgü yolu bulmaya çalıştı.

Engels’in Silahlı halk ayaklanmalarına dair karamsarlık içeren ama Alman sosyalizminin barışçıl mücadele yöntemlerini öven ve daha etkili olduğunu belirten görüşlerini, Marx’ın Fransa’da Sınıf mücadelelerine yazdığı önsözde açık bir biçimde görmek mümkündür. Bu önsözdeki tespitler daha sonra reformizmin, sosyalizmin bünyesinde gelişmesine gerekçe yapıldı.

Engels şunları yazdı:

Ancak genel oy hakkının bu başarılı kullanımıyla birlikte, proletaryanın yepyeni bir mücadele tarzı yürürlüğe sokuldu ve bu tarz hızla daha da gelişti. Burjuva egemenliğinin örgütlenmesini sağlayan devlet kurumlarının, işçi sınıfının aynı devlet kurumlarına karşı mücadele etmek için kullanabileceği araçları da sunduğu anlaşıldı. Eyalet meclisleri, belediye meclisleri, iş mahkemeleri için düzenlenen seçimlere katılım sağlandı, kimin oturacağı konusunda proletaryanın yeterli bir bölümünün söz sahibi olduğu bütün koltuklar için burjuvaziyle çekişme içine girildi. Öyleki, burjuvazi ve hükümet, işçi sınıfı partisinin yasadışı eylemleriyle karşılaştırıldığında yasal eylemlerinden ayaklanma sonuçlarıyla karşılaştırıldığında seçim sonuçlarından çok daha fazla korkma noktasına geldi. (Marx, 2016, s. 29)

Aynı paragrafın devamında Engels daha da ileri giderek ayaklanmanın ve sokak savaşlarının temel alınamayacağını dile getiriyor:

Çünkü, burada da mücadelenin koşulları köklü bir şekilde değişmişti. 1848’e kadar her yerde sonucu belirleyen eski tarz ayaklanma, yani barikatlarda yürütülen sokak savaşı, ciddi ölçüde eskimişti. Şu konuda hayale kapılmayalım: ayaklanmanın, sokak savaşıyla, askerlere karşı, bir ordunun diğerine karşı kazandığı türden gerçek bir zafer kazanması, en istisnai durumlardan biridir.

Engels’in Marx’ın eserine yazdığı önsözün birçok paragrafı, barışçıl geçişi savunan reformizmin kendisini doğrulamak için kullandığı açıklamalarla doludur. Bunlardan birinde, proletaryanın, 1848 ve Paris Komünü sırasında başvurduğu kent silahlı ayaklanmalarının başarı şansının düşüklüğünü karamsarlık yaratacak biçimde şöyle açıklar:

O dönemden (1848 ayaklanmaları kastediliyor) bugüne çok daha fazla değişim yaşandı ve bunların tümü askerlere yaradı. Büyük kentler ciddi ölçüde büyüdüyse, ordular daha da fazla büyüdü.1848’den bu yana Paris ile Berlin’in büyüklükleri üçer kat artmadı, ama kışlalarının büyüklükleri üçer kattan fazla arttı. Bu kışlalar demiryolları aracılığıyla 24 saat içinde ikişer katlarının üzerlerine çıkabiliyor,48 saat içinde devasa ordulara dönüşebiliyor. Sayıları muazzam derecede arttırılan bu askerlerin ellerindeki silahlar, geçmiştekilerle karşılaştıralamayacak kadar etkili.1848’de yivsiz ağızdan dolma çakmaklı tüfek vardı, bu günse bundan dört kat uzun menzilli, onkat daha isabetli ve on kat daha hızlı ateş etmeyi sağlayan küçük kalibreli arkadan dolma fişek yataklı tüfek var. O zamanlar topçuların elinde görece zayıf gülleler ve misketler vardı bu günse bir tanesi en iyi barikatı paramparça etmeye yeten top mermileri var. O zamanlar ateşli silahlara dayanıklı duvarları yıkmak için istihkamcıların sivri uçlu kazmaları vardı, bugünse dinamit lokumu var. Buna karşılık, isyancıların tarafında tüm koşullar kötüleşti. (Marx, 2016, s. 32)

Bu tespitlerin işçi sınıfının iktidarı almak için başvurması zorunlu olan silahlı ayaklanmayı özendirmesi mümkün mü? Elbetteki hayır. Engels’i ya da ikonlaştırılmış sosyalizm liderlerini eleştirmek ülkemizde çok iyi karşılanmaz. İlahiyat dünyasında görülen bu tutuculuğu kabul etmek mümkün değil. Bizce önemli olan, eleştirinin içeriğinin devrimci olmasıdır. Tarihin en radikal eleştirilerini yapan Marx, bunu, keşfettiği Tarihsel Materyalizm yöntemini kullanarak başarabildi; Sosyalizmin zengin tarihini ve bu tarih içindeki teorileri, kişileri ve olayları anlamada da aynı metodu kullanmak zorundayız. Başkalarını yargılarken, sosyal ve politik olguları açıklarken temel aldığımız yöntemi kendimiz için kullanmak aklın onaylayacağı tek yoldur.

Tarih ve sosyal olayların gerçeklerinin kanıtladığı gibi Engels yanıldı. Sokak savaşlarıyla zafere ulaşılabileceğini Rus proletaryası 1917’nin Ekim’inde kanıtladı. Aslında şehirlerde koşulları oluştuğunda, iyi düzenlenmiş bir silahlı isyanla emekçilerin iktidar olabileceğini Rus proletaryası 1905’te de bir gerçek haline getirebilirdi. Eğer bu gerçekleşmemişse, sınıfın bilinç eksikliği ve öncünün hazır olmaması yüzünden olmadı. Rus proletaryasını iktidara taşıyan koşullar ülkesi Almanya’da ortaya çıktığında Engels’in seçimlerde gösterdiği başarılarla pek övdüğü ve üyesi olduğu Sosyal Demokrat Parti, çoktan işçi sınıfının kampından burjuvazinin kampına geçiş yapmıştı.

Sınıf ayaklanıp Almanya’nın birçok bölgesinde Sovyetler kurulduğunda, iktidarda olan seçimlerin başarılı partisi, ilk iş olarak faşist Freikorps birliklerini ayaklanan işçilerin ve önderlerinin üzerine sürdü. Nitekim devrimi yönlendiren Spartakist hareketin liderleri Rosa Luxembourg ve Karl Liebknecht bu faşist birlikler tarafından hunharca katledildi. Bu iki enternasyonalist devrimci öldürüldüğünde ülkenin başbakanı eski yoldaşları Frederich Ebert’ti.

Orduların sayısal mevcutlarının artması, silahlarının etki gücünün yükselmesi ve benzeri nedenler, üstünlük sağlamak için yeterli olsaydı Vietnam Savaşı’nı Amerikan emperyalizminin kazanması gerekirdi. Savaş boyunca, dünyanın o gün sahip olduğu en gelişmiş ve yıkım gücü Engels’n tarif ettiği silahlarla karşılaştırılamayacak kadar yüksek olan silahları kullanan Amerikan Emperyalizmi sonuçta kendini ağır bir bozgundan kurtaramadı. Çünkü ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin, işgalcilerle orda yaşayan halkın arasındaki mücadelelerin kaderini belirleyen insana dair öğelerdir. Savaşta haklı olmak, bunun yarattığı moral üstünlük, halkın geniş katılımı ve savaşı yöneten liderliğin yetenekleri ve kararlılığı bir araya geldiğinde yenilmeyecek ordu yoktur.

Silahların yarattığı üstünlük avantajıyla savaşı kazanmak, burjuva ordularının kendi aralarındaki çatışmalarda söz konusu olabilir; ama belli koşullar bir araya geldiğinde devrimci güçlerin kazanma ihtimali her zaman daha yüksektir. Lenin, Mao, Fransız sömürgeciliğine karşı Cezayir Halkı buna inandığı için zafere ulaştılar, Che buna inandığı için kıtasal düzeyde bir devrim örgütlemek için Bolivya dağlarına çıktı, Mahir Hüseyin ve Ulaş bu gerçeği bildikleri için faşizme karşı silaha sarıldılar. Bütün halk isyanlarının zaferle sonuçlandığını söyleyemeyiz; ama yenilginin nedenlerini düşmanın silah üstünlüğünün doğal sonucu olduğunu kabul edersek nasıl kazanabiliriz; o zaman kendimizi zalimlerin kabul ettiği kadar karşı çıkmakla sınırlandırmak zorunda kalırız.

Açık ki Engels’in partisinin bu hale gelmesi izlediği iktidar stratejisinin sonucuydu ve bu sadece Almanya’ya özgü bir aykırı örnek olarak yaşanmadı. Komün’ün yenilgisinden sonra yaşanan süreçte Avrupa’nın bütün ülkelerinde yasalcı sosyalizm milyonlarca üyesi olan partiler haline geldiler; fakat hepsinin geldikleri nokta itibariyle ya doğrudan burjuvazinin işçi sınıfına karşı kullandığı aygıt durumundalar, ya da İtalyan Komünist Partisi örneğinde olduğu gibi tarih sahnesinden silindiler.

Sosyalizm, kapitalizmin ilk örgütlendiği Avrupa kıtasında ortaya çıktı. Bu sistemin çöküntüye uğrattığı toplumun kurtuluşu için bulunan çözüm sosyalizm oldu ve bu gerçekçi bir çözümdü.

Avrupa’nın kaderini belirleyen üç ülke her zaman Fransa Almanya ve İngiltere olmuştur. 19.yüzyılın toplumsal ilişkilerinin ürünü olan sosyalizm bu üç ülkede de işçi sınıfının ve aydınların geniş desteğini sağladı ve özellikleri birbirinden farklı üç sosyalizm türü ortaya çıktı. Bunlardan İngiliz sosyalizmi hiçbir zaman iktidarı alma gibi bir strateji geliştirmedi, dolayısıyla ekonomizmin sınırlarını aşan bir niteliğe bürünemedi. Yasal parti, sendikacılık, basın yayın faaliyetleri, seçimler parlamento gibi, araçları kullanan Alman sosyalizmi, 20. yüzyılın başına doğru Avrupa’nın ve dünyanın en güçlü ve bir dönem Lenin’in de etkisinde kaldığı bir güce sahipti. Fakat bu sosyalizmin amaca ulaşma stratejisi, evrim içinde ve barışçıl yöntemlerle kapitalizmden sosyalizme geçişe dayalıydı. Bu çizginin yanlışlığı, emperyalist savaşta kendi burjuvazisini desteklemek, giderek onun devlet aygıtını yönetmek olarak sonuçlandı.

Fransız sosyalizmini iki başlıkta incelemek gerekir. Ortaya çıkışı, ilk aşamalarda aydınların kapitalizmin sonuçlarını eleştirme ve daha adaletli bir toplum için önerilerde bulunma çerçevesiyle sınırlıydı; giderek Kıtanın en devrimci ve yığınsal gücü oldu. Bunun iki nedeni bulunuyordu. Birincisi, Fransız halkının cüretli ihtilâlciliği, ikincisi ise burjuvazinin ihanet ettiği özgürlük eşitlik ve kardeşlik gibi yaşamsal değerlere halkın bağlılığıydı. Bir defa iktidar olan burjuvazi Jakobenler fırtınasını atlattıktan sonra bu değerler üzerine kurulu bir cumhuriyet ısrarını sürdüren emekçileri, her defasında kanlı katliamlarla ezdi. Bu bazen 1830 ve 1848 politik çatışmalarında olduğu gibi feodal güçlerle, bazen de Komün döneminde görüldüğü gibi işgalci ordularla işbirliği yaparak gerçekleşti.

Marx bu durumu şöyle açıklar:

Fransız burjuvazisinin 1789’dan beri gerçekleştirdiği çok sayıdaki devrimin hiçbiri düzene yönelik bir kalkışma değildi, çünkü egemenliğin ve köleliğin siyasi biçimi ne kadar sık değişmiş olursa olsun, bu devrimler, sınıf egemenliğinin, işçilerin köleliğinin, burjuva düzenin sürmesini sağladı. ( Fransa’da Sınıf  Mücadeleleri syf 78 Yordam Kitap.)

Burjuvazinin iktidara geldiği 1789 Devrimi de dahil o yüzyılın Fransa’sının bütün devrimlerinin temel sosyal gücü olan halk, bu tecrübelerinin sonucu olarak kendi iktidarını kurmak için eklenti bir sınıf olmaktan uzaklaştı ve sosyalizme yöneldi. Komün, bu sürecin sonu olan bir eserdir.

Avrupa sosyalizm tarihi incelendiğinde görülecektir ki, sosyalizm aynı anda birçok ülkede işçiler ve aydınlar arasında yayılarak kapitalizmi aşacak bir kuvvet düzeyine ulaştı. Buna yol açan neden kapitalizmin ürettiği sosyal sorunlardı. Bazen kendiliğinden bazen o dönemin Avrupa ülkelerinde yaygın olarak bulunan dernekler aracığıyla emekçiler sokaklara dökülüp düzenin kolluk kuvvetleriyle kıta düzeyine yayılan çatışmalara giriyorlardı. Bu mücadele siyasal planda Reformizm ve devrimcilik üzerinden iki çizgi ortaya çıkardı.

Reformizmin serüveni sosyalizme ihanetle sonuçlandı. Bu akımın önderliğini Alman sosyalizmi yaptı. Bünyesindeki Rosa Luxembourg ve Karl Liebknect gibi devrimciler harekete geçtiklerinde geç kalmışlardı; partileri, yoldaşlarının çoğu, karşı devrimin saflarındaydılar ve katledilmelerinin de sorumlusu oldular. Devrime dair politik görüşleri eleştiri konusu olabilecek ama devrimcilikleri saygıyı hak eden Alman Kızıl Ordu’nun militanlarını tutuklu oldukları koşullarda katledenler de bu çizginin devamı olanlardan başkası değildi. Bir de faşist Goebbels’ten aldıkları dersle bu saygın militanların devlet tarafından öldürülmediklerini, intihar ettikleri, yalanını uydurdular.

Bu çizginin ortaya çıkmasının elbette birden fazla sosyal sebebi vardır. Belirleyici olan ise bu çizginin Marx’ın siyaset teorisinin temeli olan burjuva devlet mekanizmasını parçalama tezinin yerine barışçıl geçiş budalalığını ikame etmesidir.

Kapitalizmin devrimci yöntemlerle yıkılıp yerine sosyalist bir toplum inşa etme bilinci bütün ülkelerden önce Fransa’da ortaya çıktı. Bunda başlangıç evresi itibariyle Jakoben hareketin payı inkâr edilemez; ama onlarda bulunan cumhuriyet ve halkçılığı sosyalizm düzeyine çıkaran eylemiyle ve teorisiyle Komün’ün seçilmiş başkanı Louis Auguste Blanqui oldu.

Paris’in bütün emekçileri onu bilir, uğramadığı emekçi evi yok denilir, 37 senesini burjuvazinin zindanlarında geçiren bu büyük devrimcinin teorisi oldukça yalındı: Burjuva devletin yıkılmasını ve yerine komünizmi öngören bir gerçek cumhuriyet kurulmasını savunuyordu. Bir de komünizmin tarihin bir hediyesi olacağına inanmazdı. “Ben ilerlemenin garanti olduğuna, insanların geri gidemeyeceğini iddia edenlerden değilim… Hayır, mukadderat diye bir şey yoktur, aksi halde saat saat yazılan insanlık tarihi, tamamen önceden yazılmış olurdu, insani şeylerin döngüsü hiçbir şekilde evreninki gibi mukadder değildir. Her dakika değiştirilebilir” sözleri ona aittir.

Alman sosyalizminin yozlaştırdığı Marx’ın devrimci fikirleri kapitalizmin yeni yeni filizlendiği Rusya’da karşılığını buldu. Komün’ün yenilgisinden sonra gözden düşen isyan ruhu yeniden bu ülkenin devrimcilerinin ellerinde dalgalanmaya başladı. Bu Paris’in barikatlarında gömüldüğü sanılan devrimciliğin kendisini yeniden var etmesiydi, böylece Alman sosyalizmi tarafından üretilmiş fikirlerin yarattığı felç durumuna son verdi. Çünkü Blanqui’nin siyasi hayatı boyunca yıkmaya uğraştığı burjuva devlet aygıtını parçalama düşüncesini takip etmiş, siyasal çalışmalarının stratejisi bu olmuştu.ve bunu gerçekleştirme becerisini gösterdiler.

Ekim Devrimi’ni izleyen yıllarda, Marksizm kapitalizmin merkez ülkelerinden, sömürgeleştirdiği ülkelere doğru bir gelişme gösterdi ve bu durum onun yorumunda ve eylem tarzında radikal dönüşümler ortaya çıkardı. Çin, Küba, Vietnam ve diğer devrimler ve görkemli mücadeleler bu dönüşümün ürünüdür.

Bu başarılara yol açan düşünce ve davranışların kaynağımız olduğu kesindir. Bu kökler üzerinden yürüyerek amaca ulaşabiliriz. Bu bir gelenektir ve bunu sürdürmeliyiz. Gelenek kavramı çok sık tutuculukla ilgili çağrışımlar yapar. Fakat gelenek kavramı aynı zamanda deneyim sonucu oluşmuş bilgiyi aktarmayı da içerir, yani bugünü de biçimlendirmede yararı olan bilgileri ve davranışları sürdürmenin yanı sıra yeni nesillerin eğitiminde kullanmak demektir.

Bugün sosyalizmin kapitalizme karşı gerilediği bir gerçektir. Kapitalizme ömür biçilen günlerden karamsarlığın hakim olduğu günlere geçtiğimizi gizlemek mümkün değil. Bundan iki sonuç çıkar; ya sosyalizm, Paris Komünü, Ekim Devrimi’nin sonu gerekçe gösterilerek, tarihin yadsıdığı istisnai bir hadise olarak görülür, ya da bu yıkımların içinden geleceği daha başarılı inşa edeceğimiz yolu buluruz.

Tarihin insanların kaderine dair bir kararı yoktur. Sınıf mücadelesinin kaderini belirleyen, onun içinde yer alan sosyal sınıfların ve onlara önderlik edenlerin kabiliyetleri ya da zaaflarıdır. Komün ve diğer devrimler, tarihin kenara ittiği istisnalar değil, kapitalist toplum koşullarının ortaya çıkardığı gerçek sosyal devrimlerdir. O gün gerçekleştirilen devrimler bugün de gerçekleşebilir. Bugünün kapitalist dünyası kendi yıkımının koşullarını eskisinden katbekat daha daha fazla üretmektedir.

Vietnam halkının Amerikan emperyalizmini dize getirdiği yıllarda, diğer ezilen halklara sizde yapabilirsiniz mesajını vermek için Che’nin haykırdığı bir şiar vardı; “İki üç daha fazla Vietnam!” diye. Komün’ün kuruluşundan 150 yıl sonra bugün bizim Che’den esinlenerek “İki üç daha fazla Komün!” yaratmaya muktedir olduğumuza inanmamız lazım.

Kaynakça:

Marx, K. (2016). Fransa’da İç Savaş. (E. Özalp, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.

Michel, L. (1886). Mémoires. Paris: F. Roy, Libraire-Editeur.

Marx, K. (2016) Fransa’da Sınıf Mücadeleleri ( E.Özalp,çev ) İstanbul Yordam Kitap.

Blanqui, Auguste.1866. Instruction une prise d’arme

Dipnotlar:

[1] Alıntılar Fransızca orijinalinden olup, yazar tarafından çevirilmiştir. Fransızca orijinalleri son not kısmında bulunabilir

[2] Bunu 1848 devrimi sırasında acı bir tecrübeyle yaşamışlardı. Sözüm ona cumhuriyet için devrime katılan burjuvazi işçiler silahlanıp kendileri için dövüşmeye başlayınca, eski düzenin egemenleriyle birleşip işçi sınıfına saldırmıştı 1870 Fransa’sında yaşanan bunun tekrarından başka bir şey değildi. Silahlanmış halktan kurtulmak için burjuvazi bu sefer de işgalcilerle birleşmişti.

[3] Bu analojiye bazıları karşı çıkabilir. Geçmişin ya da bugünün devrimci hareketleri ve şahsiyetlerine, onların düşüncelerine bakışta farklı düşünebiliriz; ama onların yürüttüğü kahramanca mücadelelerin, saygıyı hak etiğinde birleşmek gerekir. En azından militanlığın aktivistlik derekesine indirildiği, günümüzün pasifizm koşullarında, sosyalizmin militanlarının eğitimi için bunu yapmamız lazım.

[i] ”L’homme,quel qu’il soit,est le maître; nous sommes l’être intermédiaire entre lui et la bête, que Proudhon classait ainsi : ménagère ou courtisane. Je l’avoue, avec peine toujours, nous sommes la caste à part, rendue telle à travers les âges”.

[ii] ”Combien de foi suis-je allée dans les réunions d’où les femmes sont exclues ! Combien de fois, au temps de la Commune, suis-je allée en garde nationale ou en lignard, à des endroits où on n’a guère cru avoir affaire à une femme!”

[iii] ”Vous savez bien tous que si je sortais vivante d’ici je vengerais les martyrs’

LOUISE MICHEL

(*) Bu yazı, 22 Mart 2021’de sendika.org’da yayımlanmıştır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.