SİYASİ TUTSAKLAR ÜZERİNDEKİ BASKILAR

0
1574

05.04.2013-

Kırıkkale Cezaevi, Hamza Yalçın ile Yazışmaya Yasak:

Bir yandan Öcalan’ın Kandil’e Kandil’in Öcalan’a mektuplaşmasını izleyen insanlar, Öcalan’ın mesajlarının miting meydanlarında yüz binlere okunduğu ve gazetelerde yayınlandığını da görünce Türkiye’ye demokrasi geldiğini düşünebilirler. Ne yazık ki aynı dönemde cezaevlerinde devrimci tutsakların yazışmaları üzerindeki baskılar artıyor. Kırıkkale Hapishanesindeki devrimci tutsakların sohbet ve spor haklarına aylarca izin verilmedi.

Kırklareli Cezaevi yöneticileri Hamza Yalçın ile Murat Karayel’in yazışmasına yasak koydular. Hamza Yalçın’ın Karayel’e gönderdiği mektuplara el konuldu. El konan mektuplar ise Marks’ın Kapital adlı eserini okuma çalışması üzerine yazışmalardan oluşmaktaydı.

Murat Karayel’in Hamza Yalçın’a gönderdiği mektuplara da Mektup Okuma Komisyonu tarafından alıkondu. Bu mektuplardan biri Kürt sorunu üzerine yazıydı. El konulan yazıya Murat Karayel’in oto sansür uygulaması kar etmedi. Yeniden yazılan yazı bir kez daha alıkondu.

Yazı ”suç örgütü mensuplarının haberleşmesine neden olduğu, kişi ve kuruluşları paniğe yöneltecek yalan yanlış bilgileri tehdit ve hakareti içeren” nitelik taşıyor bulunmuş.

Bir başkan ve beş üye, yanlarına bir sosyolog alarak oybirliğiyle 05.12.2012 tarihinde  bu kanaate varmışlardı.  Bir yoldan edindiğimiz  ”Savaş Açılım Dönüşünde Kürt Sorunu” başlığıyla Odak’ın Şubat 2013 sayısında yayınladıktan sonra ”kişi ve kuruluşların paniğe yöneldiklerine” şahit olmadık (!)

Sincan Hapishanesi:

Erol Zavar’ın 13 Şubat Görüldü damgalı bir mektubunda aşağıdakiler yazılı:

“Buralar bildiğin gibi. Her şeyde tüm bir keyfiyet havası hakim. Sanki durumdan özel bir gerginlik yaratmak istiyorlarmış gibi havaları var. Eskiden yaptıklarının üzerine koyacak pek bir şey bulamıyorlar. Son bir aydır açık görüşlerde herkes sadece kendi ailesiyle oturacak diye dayatıyorlar. Yürüyüş dergisinden arkadaşlara ve ailelere saldırı oldu geçen ay. Bu ay başında da bizim üçümüzü ayrı ayrı blokların açık görüş yerlerine götürdüler, aynı masada oturmayalım diye. Takvim almaz oldular 2 yıldır. Kendileri Diyanet takvimi dağıtıyor, bunu kullanın dayatmasında bulunuyorlar. Sünni İslam ya ülkenin temel hukuku! Ajanda almayı yasak ettiler. Dışarıdan gelen fotoğraflar sadece aile fotoğrafıysa alıyorlarmış, artık, çünkü kart yapıyormuşuz manzara fotoğraflarını. “Tehlikenin farkındayız” diyorlar yani, kart yaptık mı F tipinin güvenliği alt-üst oluyor çünkü. Bunlar yeni icatlar. Ellerinden geleni en iyisi bu. Bu kadar mı geliyor elinizden demek düşüyor bize.”

Kanser tedavisi gören Erol Zavar aynı tarihli mektupta sağlık durumunu aşağıdaki gibi özetliyordu:

“Bu aralar çok yoğun şekilde hastahaneye gidip geliyorum. Asıl olarak mide biraz zorluyor. Endoskopi yaptırdım. Doktorun tabiriyle midede “yok yokmuş” ülser, gastrit, reflü ve mide fıtığı var. Bugün endoskopi sonuçları için yine gittim hastahaneye. Mide rahatsızlığı kronikleşmiş. Düzenli ilaç içeceğim; rahatsızlık hissettiğim müddetçe. Fıtık ameliyatı sonrası bakım zormuş, o yüzden hapishane koşullarında ameliyat önermiyor hekimler.

Bu aralar dahiliye servisinde muayene ve kontroller var. Oraya da cildiye sevketmişti. Sürekli alerji oluyorum çünkü üretiker; (halk arasında dabaz dedikleri vücudun her yerinin el büyüklüğünde kabarması) için gittiğimde yapılan testlerde kanda B12 vitamininin eksikliğini tespit ettiler ve dahiliyeye yönlendirdiler. Orada B12 iğnesine başlandı. Artık ömür boyu her ay bir iğne yaptırmam gerekiyor. Bunun eksikliği, halsizlik, kontrasyon bozukluğu falan yapıyormuş. Açıkcası son dönemlerde kafamı toparlamam, yoğunlaşmam epey zor oluyordu. O biraz düzeldi ancak halsizlik devam ediyordu. Tekrar kan testi yaptılar. Demir ve demir bağlarında sorun varmış; “tam sınırda çıktı” diyor hekim. Bir ay sonra yeniden kan testi yapacaklar, eğer yine eksik çıkarsa, ileri tetkikler yapıp kanser araştıracaklarmış. Bunların yanı sıra bir de kardiyolojiye gidip geliyorum. Orada da bir iki test yapıldı. Efor testi yaptılar.

Akciğerlerde modüller var. Onlarla ilgili 3 ayda bir tomografi çekiliyor son tomografide 15*6 mm. çapında bir modülden bahsetti, “Eni 6 mm. den büyük olursa ameliyatla alıp bakmak lazım” dedi hekim. Bronşların durumu iyi değilmiş. Göğüs hastalıkları bölümüne sevk ettiler, orada solunum testine girdim. Durum fazla kötü değilmiş, KOAH Rum kullandığım ilaçlara devam etmemi söylediler.  Bu yazdığım hastane sevklerinin tamamı son bir ay içinde gerçekleşti. Geçen hafta 3 gün hastaneye gidip geldim. Müthiş yorucu oluyor sevkler. Öyle olunca ne bir okuma yapabiliyorum ne de yazmam gerekenlere yoğunlaşabiliyorum. Neyse abi, mektup, sağlık raporuna dönüştü mektup formatından çıkıp. O yüzden bu konuyu bitireyim.”

Erol Zavar, 17 Mart 2013 tarihli mektuptan:

“Burada durumlar iyi. 5 günlük hücre cezası vardı. Hücre cezası öncesi Numune Hastanesi’nden sağlık kurulu raporu aldılar. Revir doktoru uygun olup olmadığına kurul karar versin şu şu hastalıklar var diye yazı yazmış idareye… Numunenin sağlık kurulunu oluşturan doktorlar da 5 gün tek kişilik hücrede 1 saat havalandırma hakkıyla kalabileceğime hükmetmişler. 5 gün tek kişilik hücrede kaldım. Havalandırması da tek kişilikti. Hücre 11 metrekare, havalandırma da 4,5 metreye 4,5 metre yani 18 metrekarelik falan bir yer duvar yüksekliği 7,5 metre civarında… Bildiğin kuyu gibi bir şey yani… Beni hücreye atarken yaşadığım olayda beni savunan Mahmut ve Ercan’a da birer gün hücre cezası verdiler.
Tekirdağ Hapishaneleri:
Arzum Torum dergimize 17 Şubat 2013 tarihinde aşağıdaki bilgiyi gönderdi.
Basına ve Kamuoyuna:
Tekirdağ 1 ve 2 No’lu F Tipi Hapishane idarelerinin kitap sınırlaması kararı 15 Mart Cuma günü 2 No’lu F Tipi Hapishanede uygulamaya konulmuş, hücrelere zorla girilerek, siyasi tutsakların kitaplarına el konulmuştur.  6 Mart Cumartesi, İstanbul Tekirdağ F Tipi Hapishaneleri’nin İdare ve Gözlem Kurulu ile Eğitim Kurulu, her tutsağın kendine ait 10 kitap ve kurum kütüphanesinden de 3 kitap bulundurabileceği yönünde karar almış, karar 15 Ocak 2013 tarihinde tutsaklara tebliğ edilmiş ve fazla kitapların dışarıya çıkarılması için tutsaklara 2 aylık süre verilmişti. Kurul kararlarına karşı Tekirdağ İnfaz Hakimliği’ne itirazda bulunan tutsaklar; aileleri, avukatları ve süreci takip eden insan hakları kurumları aracılığı ile kitaplarını vermeyeceklerini, bu insanlık dışı uygulamanın insanlık olduğunu belirtmişlerdi.

Başta Ceza İnfaz Kanunu olmak üzere, ilgili yönetmelik ve tüzük hükümlerinin hiçbirine dayanmayan ve aslen hukuki gerekçelerden yoksun olan bu karar, Tekirdağ hapishanesi idarelerince tutsaklara dönük fiziki saldırı tehdidi olarak dayatılmaya çalışıldı. Hapishane idarelerine kitaplarını dışarıya çıkarmayacaklarını ve almaya gelindiği takdirde de vermeyeceklerini ifade eden tutsaklar, uygulamaya karşı duyarlılık çağrılarında bulundu.
Tekirdağ 1 ve 2 No’lu F Tipi Hapishanelerinde bulunan tüm siyasi tutsaklar idare kararına karşı Tekirdağ İnfaz Hakimliği’ne itirazda bulundu. Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan tutsakların itirazlarını değerlendiren Tekirdağ İnfaz Hakimi itirazların reddi yönünde karar oluşturdu. İnfaz Hakimliği’nin red kararını nihai karar olarak gören ve tutsaklara kitapların dışarıya çıkarılması için verilen 2 aylık sürenin dolmasını dikkate alan Tekirdağ 2 No’lu F  Tipi Hapishanesi idaresi 15 Mart Cuma günü tüm hücrelere zorla girmiş ve tutsakların kitaplarına el koymuştur.

16 Mart Cumartesi günü Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan MLKP davasından tutuklu müvekkillerimiz Seyfi Polat ve İrfan Gerçek’le yapmış olduğumuz avukat görüşmesinde müvekkiller hücrelere girilerek, kitaplara el konulduğu bilgisini vermişlerdir.

Seyfi Polat’ın Ali Haydar Keleş ve Fırat Şeran ile birlikte kalmış olduğu hücreye Cuma günü saat 11.30 da gardiyanlar tarafından girilmiş ve kitapların alınacağı söylenmiştir. Müvekkillerin bu karara uymayacaklarını ve kitapları vermeyeceklerini söylemeleri üzerine gardiyanlar tarafından fiziki müdahalede bulunulmuştur. Müvekkiller zorla hücreden çıkarılarak tek kişilik hücrelere götürülmüşler, 5 saat boyunca burada tutulmuşlardır. Seyfi Polat bu süre boyunca süngerli hücrede tutulmuştur. Akşam saatlerinde kalmış oldukları odaya geri getirilen müvekkiller, hücrede bulunan tüm kitaplarına ve kitap notlarından oluşan el yazması notlarına el konulduğunu tespit etmişlerdir. Kitap sınırlamasına ilişkin karar, İnfaz Hakimliği’nin itiraz incelemesinden sonra 1 No’lu F Tipi Hapishanesinde de uygulamaya konulacaktır. Tutsaklara fiziki saldırı tehdidi devam etmektedir. Demokratik kamuoyunu konuyu takip etmeye ve tutsaklarla eylemli dayanışmaya çağırır, durumu basının bilgisine sunarız.

Kandıra Hapishanesi, Selçuk Kozağaçlı:

Kandıra 1 No’lu F Tipi

 Cezaevi’nde tutuklu olan Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın 17.03. 2013 tarihli Radikal gazetesinde kesilerek yayımlanmış olan “Daktilo” adlı yazısının tamamı şöyle:

DAKTİLO

Bir daktilo istedim. Hani ‘’hayatta bir daktilom olmadı, daktilo istiyorum!’’gibi değil, bildiğiniz dilekçeyle talep ettim; ihtiyacım var diye…

Ayrıca geçmişte bir daktilom vardı zaten, hatta iki tane. Sarı renkte olan ilkini , yirmibeş sene önce babam hediye etmişti. Babam çok okur ve çok güzel yazar, belki şair, yazar falan olmamı istediğinden yapmıştır bu işi; ama olmadı tabii benden. Geçen Pazar telefonla konuştum, devrimci olmamdan çok şikayetçi gibi gelmiyor sanki sesi. Biz görmeyince daha mı hızlı yaşlanırlar acaba diye huzursuz oluyor insan, ama öyle değildir elbette.

İkinci daktilom siyahtı ve onu avukat olduktan sonra kendim aldım diye hatırlıyorum. Daktilolar evde bir yerlerde duruyordur, ama ben evde değilim. Kandıra’dayım.

Renk meselesinden de emin olamadım bir türlü, ilkinin sarısı kesin ama öbürü siyah değil griydi belki. Her neyse!

Niye Kandıra’dayım? Çünkü hapisteyim. Kocaeli 1 No’lu F Tipi hapishanesi. Adının Kocaeli olduğuna aldırmayın. Kandıra’ya daha yakın olduğu için öyle diyoruz biz burada.

Aslında sorsam ikinci daktilonun rengini, Betül kesin hatırlar, belki de zaten o almıştır bana. Nereden baksan onaltı, on yedi yıllık bir hikaye ama onun hafızası iyidir. Betül, ‘’karım, kalbimin kızıl saçlı bacısı…’’, maalesef onu da tutuklayıp bir sürü can dostumla birlikte Bakırköy Kadın Kapalı Hapishane’sine tıkmış bulunduklarından soramıyorum kendisine.’’Karım’’ diye seslendiğimi duysa nasıl sinirlenir güzel yoldaşım; ‘’Yirmi senede düzeltemedim ki adamın ağzını arkadaş! ‘’ diye. Ama bu sefer kusur benim değil Betül, sadece Nazım’dan okuyorum sana;
“…
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
Yasak
Ben de kendi kendimle konuşuyorum
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi,
Şarkı söylüyorum karıcığım.

Hem, ne dersin,
O berbat, ayarsız sesim, Öyle bir dokunuyor ki içime, Yüreğim parçalanıyor …”

Aslında buraya ilk getirdiklerinde, bir dizüstü bilgisayar ve yazıcı istedim hücreye; evlere şenlik! Hatta öyle bir bitti ki işin sonu, size zaten onu anlatacağım, anneannem sağ olsaydı; “üstüme iyilik sağlık” derdi.

Her ne kadar, bunun nasıl gereksiz bir özgüven olduğunu sonradan anlaşılacaktıysa da o vakit bana gayet mantıklı görünmüştü. Bilmem kaç bin sayfa dijital evrakla dosya hazırlıyorlarmış hakkımızda, bir de ne manaya geliyorsa “kozmik’’ işi var. Kağıda bassan dosyaları hücreye sığmaz, herhalde incelemek için bir dizüstü bilgisayar verirler diye düşünmüş olmalıyım, haşa huzurdan.

Zarif ve öğretici bir şekilde reddedildim. 07.02.2013 gün ve 2013/171 sayılı kararla, kısaca: Yasa hücrenize bilgisayar verilmesini yasaklıyor. Sizi haftada iki gün ikişer saat bilgisayarı olan bir odaya çıkarabildik ama evraktan anladığımız kadarıyla “DHKP-C örgütünün militan kadrosundayken yakalandığınızdan” onu da yapmamaya karar verdik, diyorlar.

“Kadrodayken yakalanmak’’ tarifi insanın aklına ister istemez güvenceli iş, emeklilik, sigorta falan getiriyor ancak işin diğer tarafı, hakkımızda biraz erken bir kararın da verilmiş gibi durması. ‘’ Baharda asacağız, mahkeme kısmetse yaza…’’ tadında bir sürat hissi! Adaletin hızlı tecellisi hoş tabii ama herhalde alışık olmadığımızdan insanın şakaklarına doğru kan basıncı artıyor. Be adam, üzerinde konuştuğun dosya gizli, ortada daha dava yok. ‘’Olsun, başkası da konuşuyor’’ diyorsan, öbürü başbakan gizli-mizli göstermişlerdir hızlıca, artık bakabildiği kadar anlatıyor doğru yanlış; 11 kapı, 13 kapı diye sana ne oluyor? Hapishanede oturduğun yerden sen nasıl uydurdun “militanı, kadroyu, yakalanmayı” ?

Sonra bağırmak da istiyor insan; “Beni kimse yakalamadı efendi! Derneğimize, büromuza, evimize girdiğinizi duyunca ikibin kilometre yol geldim Şam’dan; “Ne diyorsunuz siz?” diye hesap sormak için.” İçimden bir ses, sakin olmak lazım, bunları sonra konuşuruz, şimdilik daktiloya yoğunlaşalım dediğinden bir dilekçe daha yazdım. “Dilekçe yazmak” konuşulurken sizi, bu işi hafife almaktan men ederim. Şakası olmaz dilekçe meselesinin! İlk gün, eldeki çamaşır torbasını saymazsan, tığ teber buraya konulduğumuzda “bize kağıt kalem verir misiniz?” diye sormuştuk. Yol gösterici bir edayla “onun için dilekçe yazmanız lazım” dediler. Neyle, nereye yazacağız yahu kağıt-kalem isteme dilekçesini diyemedim. İnsanın üstüne bir çeşit metanet geliyor. Neyse ki Amerikan filmlerinden aklımda kalmış, araba yolu bitince birisi çıkıp “bundan sonra katırlarla devam edeceğiz” diyor ya; bunlar da aklın bittiği yerden sonra batıl inançla devam etmiş olabilirler.Yani diyorum ki belki de dilekçenin kutsal kabul edildiği bir tür yerli dini ile karşılaşmış seyyah hesabındayız. Ona göre davranmalı.

Pekiyi, bu sefer ne yazdım dilekçeye?

Öncelikle ilgili mevzuatı hazırlayan ve bizim red kararını veren genç kuşağın; hayatlarında internetsiz bilgisayar görmedikleri için bu iki mevhumu birleşik zannediyor olabileceklerini tespit ettim. Gülmeyin! İspanyollar ilk geldiğinde yerliler atla adamı tek yaratık sanıp çok pis tırsmış derler, olabiliyor böyle olaylar. Aslında sıkı yasaklar ve tedbirlerin bilgisayarla değil internet bağlantısı ile ilgili olduğunu da kavradım.İnanmayan 5275 sayılı kanunun 67/3,4 maddelerine bakabilir.Yani asıl mevzu, elimizdeki teröristi internetten uzak tutmak, bilgisayardan değil! Şimdi, belki de adamcağızlar ‘’yazı cihazı‘’ ihtiyacımı fark edemeyip, internette sörf istediğimi düşünmüştür diye bu sefer Elektrikli Daktilo talep ettim huylandırmadan isabetli bir seçim gibi duruyor. Zira internet istemediğimi açıkça belli ederek ‘’ güven arttırıcı’’ bir adım attığımdan olsa gerek, cevap metni gayet ‘’açılımcı’’ bir paragrafta başlıyordu. Bu müzakere işlerini iyi bildiğimden, yalnız başına okurken bile heyecanımı belli etmedim. Pokerde ve müzakerede duygu belli edilmez, Nasıl alışırsan öyle gider. ‘’… Bu bağlantıda haftada iki gün bilgisayar kullanma kursu, iki gün din eğitimi kursu, üç gün bağlama kursu, üç gün çini kursu, bir gün resim-hobi çalışması mevcuttur…’’ demişler. Yahu son anda sürece bir sabotaj olmazsa sanki bir şeyler verecek gibiler. Tabii belirsizlikler de var, hobi derken ne diyorsun mesela? Olsun icabında zamana yayarız müzakereyi, demeye kalmadan felsefi tokadı yedim. ‘’Yönetmelikte elektrikli daktilo diye bir şey yazmadığına göre talebinizin olması da mümkün değil’’ demişler. Aldın mı müzakere sürecini. Haburdan beter oldum. Çünkü öyle bir havayla söylemişler ki yönetmelikte yazmayan bir şeyin, orada yazmadığına göre, hafazanallah, gerçek hayatta da hiç olmayabileceğineinandıklarından korkuyorsunuz. Yönetmelik isimli bir ‘’ altın buzağı’’ ya tapar gibiyiz hep birlikte. Yahu senin yönetmeliğin yazmamış diye madde buhar mı olacak? Bu nasıl idealizmdir? Yok mu yani dünya üzerinde elektrikli daktilo diye bir şey, söylesene güzel güzel vermeme sebebini, niye insanın materyalizmini tahrik ediyorsun “yazmıyorsa yoktur” diyerek. Felsefe sohbeti güzel ama karın doyurmuyor, bize hala bir yazı aleti lazım deyince içimdeki ses, münazarayı fazla uzatmadım. Müzakere de zaten başlamadan bitmiş oldu.

Yazdım bir dilekçe daha, Bu kere dedim ki kendime; yahu adamların durumunu bilmeden “elektrikli” diye tutturdun, belki elektrik sarfiyatına gerildiler. Bu koca dükkan döner mi herkese elektrikli ev aleti dağıtılsa. Çok yakmasından korkup söylemeye de utandıklarından bahane üretiyorlar.

“Sen istesene dedim bir anam-babam klasik mekanik daktilo”. Bunları düşünürken, henüz elektrik faturalarının bizzat burnumuza dayanacağını bilmiyorum tabii. Dayadılar artık biliyorum ama o gün için durum farklı, cehaletin de arttırdığı bir iyi niyet içindeyim.

Cevabın gelmesi uzadıkça ümidim arttı. 27.02.2013 tarih ve 2013/278 sayılı cevap yazısı mazgaldan görününce; “aldık işte bu sefer! ‘’ dedi içimden bir ses. Kimin sesidir, niye benim içimden konuşur bu bir yana, terbiyesizin bir tahmini de tutsa yanmayacağım, ama gene yok. Hapishane idaresi talebimi reddetmekle kalmayıp sanıyorum bir dilekçe daha vermemi engellemek için, ne mal olduğumu bildiklerini hissettirmeye de karar vermiş olacak ki cevap kapsamlı geldi.

Kötülük diz boyu anlayacağınız. Bu son kararın gerekçelerini sizinle paylaşmadan önce, bir fikrim bilinsin isterim. ’’Yani hep mi kötü bu hapishane yönetimi ? ‘’ diyenler için söylüyorum; çok değişik ve hisli sahneler olabiliyor. Belki de biz adamların duygusal ambiyansına yabancıyız. Örneğin fotoğraf çekmeye gelen bir gardiyan vardı, pencerenin kapının önünde çekmiyor ısrarla fotoğraflarımızı parmaklıklar var diye. Yahu toplam yirmibeş metrekare mekan, elli metrekare havalandırma, yer demir gök bakır parmaklık tel örgü, nasıl olacak bu iş ? Sonra bir de Niye tabii ? ‘’ Müdür bey üzülüyor, ailelere olumsuz etkisi olur diye, tele parmaklığa izin vermiyor ‘’ demesin mi ? Buyur. Yani duygusal derinliğe dikkatinizi çekerim. Tecrit hapishanesinde tutuluyoruz ama, fotoğraftan görürsek ailecek üzülürüz endişesiyle feng-shui yapıyoruz. O değil, herkes parmaklığın görünmediği tek duvarın önüne dizilip aynı pozu vermek zorunda kaldığından hallerimiz o kadar birbirine benziyor ki ayrı ayrı fotoğraf çektirmenin manası kalmıyor. Al komşu hücrenin fotoğrafını gönder annene, kadın ayıramayacağından “maşallah iyi görünüyor oğlan” diye günde eşe dosta gösterebilir. Neyse, son red kararının ilk gerekçesi şöyle ;

“…Mekanik daktilonun içerisinde bulunan metal parçaların ve harfleri tutan metal çubukların sert metal olması, bu metallerden kesici ve delici alet yapılabileceği…”

Aslında itiraf ediyorum ki bunu ben arandım. Üçüncü ( yahut artık kaçıncıysa ) dilekçede sağlık durumumdan da söz etmiştim, uyanığım ya! “Evladım ben biraz rahatsızım” diye daktilo sırasında öne geçeceğim aklım sıra. 2006’dan bu yana kaynamamış parçalı kırık bir kolla yaşıyorum. On-oniki santimlik bir platin çubuk sekiz- on vida, ağrı, sızı da cabası. Bu protez sağ kola bir de sağ elle yazma zorunluluğu eklenince bir saat yazıp, yarım gün dinlenmeye başladım ağrıdan. Böylece de yazmıştım. Yazmaz olaydım. Toplanıp geçmiş olsuna geldiler. Herkesi bulmuşken “Bilgisayardan, elektrikliden vazgeçtim, şöyle bir klasik daktilo istiyorum” diyeceğim ama gardiyanın yaşlısı 25, idarecinin yaşlısı 35. Gerçek bir daktiloyu yakından gördükleri şüpheli. Nihayet emekliliği gelmiş bir başefendi bulundu; “Evet yahu, avukat bey haklı, eskiden yazar-çizer takımına verilirdi böyle bir şey’’ dedi. İşte Zafer! Fakat ben daha zaferimin tadını çıkaramadan; “sonra kavga ettilerdi galiba, sahibi bunun telinden şiş yapıp adam öldürdüydü…” demesin mi ömrü uzun olasıca ayaklı hapishane tarihi. Oslo görüşmeleri sızmıştan beter olduk tabiatıyla. Eh boyuna müzakerenin karşı tarafını konuşturursan sonuçta olacağı bu. Oysa kimbilir hangi heyecan verici metindi o ; eleştirilmiş ve kendi yazıldığı daktilodan yapılan bir şişle eleştirmeni cezalandırılmıştı olaydan anladığım kadarıyla!… Ekonomi politiğin eleştirisi bile böyle doğrudan sonuç yaratmamıştır dış dünyada diye düşündüm. Ne hayatlar var. Edebiyat tarihimizi polisiye bir gözle yeniden okusam hazır içerdeyken diye dalıp gittiğimden, çat diye kapının kapanmasına ayıldım.

Böylece; “Beyefendi zaten içeride üç tane bıçak var, büyükbaş kurban kesip yüzecek imkana sahibiz, ne edelim biz daktilo telini…’’ diyememiş oldum. Hele ki adam öldürme deyince yirmi metre kadar naylon çamaşır ipi, yeteri kadar jilet, 220 volt cereyan taşıyan açık kablolar, tokalı deri kemerler ve buzdolabı rafının çelik tellerinden hiç söz edememiş oldum ki bugün iyi ki de etmemişim diye düşünüyorum. Yahu insanın aklına ne pis yön- temler gelebiliyor adam öldürmek için, kendimden tiksindirdiler diyebilirim yani bu süreçte…

Red kararının ikinci gerekçesi tanıdık. Yönetmelikte “elektirikli daktilo” olmadığı gibi daktilo da yokmuş. Herkesin felsefi görüşüne saygım sonsuz, amam yok demeyle yok olmuyor. Ben ısrarla tekrar ediyorum ki daktilo diye bir şey var ve bence yasaklanmaya ihtiyaç duyulmadığından oraya yazmamışsınız. Daha kitabı söylersek; madde düşünceden önce gelir.

Biraz önce değerlendirme fırsatı bulduğum ‘’ militan kadrosundan olup kaçarken yakalanma ‘’ meselesini saymazsak kaldı geriye son gerekçe;

“Adı geçenin 23.01.2013 tarihinde aramaya karşı çıktığından 1 ( bir ) Ay ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma cezası verildiği anlaşılmakla…” diyor. Anladığım kadarıyla, “rahat durmuyorsun ki ödüllendirelim” tadında.

Hatırlıyorum o hadiseyi, ilk günümüz. Jandarma Ring aracıyla Metris hapishenesinden getirilmişiz, yol boyu eller kelepçeli. Dijital kapıydı, x-ray cihazıydı, el dedektörüydü derken, bunlardan üç-dördü her birimizi ayrı bir kapalı yere sokup ‘’ soyunun’’ demez mi? Sebep? Yönetmeliğe göre çıplak arama yapacaklarmış. Var yönetmelikte dediler. İnsanın bu kadar bağlılık duyduğu bir metni en az bir kere okumuş olmasını beklersiniz ya hayatta. Yok! Okumuyorlar. Gerçi bence bütün kutsal metinlerin ortak sorunu sayılabilir bu durum. ‘’ Makul sebep ‘’ diyor be adam yönetmelik. Her neyse, çırılçıplak soyma onursuzluğunun ne makul sebebi olacak zaten. Anlayacağınız hem hırpalanıp hem cezayı yedik, işte onu diyorlar.

Velhasıl alamadık daktiloyu. Vaz mı geçtim? Hayır! Hala daktilo istiyorum ve kendisi bütün medya imkanlarıyla televizyonlarda hakkımızda atıp tutarken, muhatabına iki satır yazacak daktiloyu verdirmeyenlere de bir çift sözüm var; Ayıp, eğer utanmanız varsa.

Nasıl, gülümsetebildim mi biraz sizi?

Bağırıp çağıran pos bıyıklı adamlarla, kaşları çatık kızgın bakışlı kadınların da ‘’ mizah ‘’ duygusu olabiliyormuş gördüğünüz gibi. Hatta tahmin ettiğinizden çok daha sık kahkaha attığımızdan emin olun, şu akıl ve vicdan dışı tecridin ortasında.

Ama sadece tebessüm, F tipi tecrit ve tretman infazının bir işkence olduğu gerçeğini akılda tutmak için yetmeyebilir.

Evet daktilo vermedikleri için zorlamıyorum gerçekten, bir de ilacınızın, gözlüğünüzün, kitabınızın, mektubunuzun verilmediğini düşünün. İşkencede kullanılamaz hale getirilen sağ kolu yüzünden yirmili yaşlarında sol eliyle yazmayı öğrenenlerin mektuplarını görmek istemez misiniz? Bana geliyor, gayet okunaklılar. Bizim bir küçük disiplin cezası aldığımız “çıplak aramaya direnme” geldi geçti diyelim, Engin Çeber’in aynı nedenle bir başka hapishanede dövülerek katledildiğini biliyor musunuz?

F tipi hapishaneleri her gün dayak yiyip, eziyet gördüğümüz yerler olmaktan çıkabilmek için tam 122 kişinin kendisini feda ettiğini yahut katledildiğini hatırlıyor musunuz?

Çok eğlenceli revir hikayeleri birikmeye başladı, birgün size anlatırım. Ama dinlerken hapishane revirlerinin adli tıp kurumu ile birlikte, kolayca kurtarılabilecekken elinde “ölme hakkıyla’’ bize teslim edilen Güler Zere’nin katili olduğunu nasıl unutacağız?

Hiçbirisini unutmadık ve asla unutmayacağız ve burada aylık bir mizah dergisi çıkarıyoruz. Güzel kızıp, güzel dövüşmenin; güzel gülebilmekle ve insan gibi yaşayabilmenin; gerektiğinde ölebilmekle ilgili olduğunu bildiğimizden çok gülüyoruz, siz de gülün.

Madem ki bana daktilo vermiyorlar, ben de sizden bir şey isteyeyim.

Yan hücremde fotoğrafından da görebileceğiniz gibi, çok genç ve çok yakışıklı bir komşum var: METE. Henüz 25 yaşında ve 2,5 yıldır tutuklu bir devrimci Mete Diş 5 gündür Kartal Eğitim Ve Araştırma Hastanesinde kemoterapi alıyor, özenle ve hızlıca müdahale edilirse muhakkak kurtulacağı bir kanser başlangıcı nedeniyle. Bizler heyecanla güzel haberlerini bekliyoruz hastaneden.

19 Mart 2013 tarihinde İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinde duruşması var. Tahmin edebileceğiniz gibi bütün avukatları burada ve Bakırköy’de tutuklu. Elbette avukatsız kalmayacak.

Mete’nin tahliye edilip tedavisi ile ilgilenmemesi ve uzun güzel ömrü boyunca devrimcilik yapmaya devam etmemesi için hiçbir sebep yok. Çok gerekliyse devlet yine peşine düşer nasıl olsa iyileşince.

Biz gidemiyoruz. Oralarda olanlar, bir uğrayıp Çağlayan’a baksın bizim için, Mete’yi bırakıyorlar mı diye. Uzakta olanlar birer faks ya da mektup yazsın mahkemeye olmaz mı?

Bıraktırın Mete’yi de iyileşsin. Sevgiler herkese.

SELÇUK KOZAAĞAÇLI KANDIRA 1 NOLU F TİPİ HAPİSHANESİ

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.