A. Samet Çelik, Erol Zavar, Güler Zere ve Tüm Hasta Tutsaklara Özgürlük!
F Tipi Cezaevleri ve tecrit – tretman politikaları ile giriş yaptı Türkiye 21. Yüzyıl’a ve öyle de devam etmek ister görünüyor egemenler. 2000 Yılı’nın 19 – 22 Aralık tarihleri arasında 20 cezaevinde aynı anda yapılan ve hazırlıklarının 1,5 yıl süresince gerek maketler, gerekse de Ulucanlar, Burdur örneklerinde olduğu gibi bedenler üzerinde gerçekleştirildiği yetkililerce itiraf edilen bir Katliam Operasyonu ile start verilmişti F Tipi yaşama, anımsanacaktır. İlkten, 1996’da, Eskişehir’de niyetlenilmişti muhaliflerin hücrelerde yalnızlaştırmasına. Devrimci tutsaklar ve demokratik kamuoyunun kararlı direnişi ile geri püskürtüldü bu saldırı. Dört yıl sonra, bu defa bir savaş tatbikatı özeni ile hazırlanılıp; helikopterleri, kimyasal zehirleri, özel timleri ile çullandılar devrimci tutsakların üzerine. Ölümüne direndi tutsaklar, beklendiği gibi. Mübala cenk olundu. 28 tutsak hayatını kaybetti. Ancak ağır yaralı bedenleri taşıyabildiler ‘hotel konforu’nda olduğunu iddia ettikleri F tiplerine. Açlığa yattı bedenler bu defa; içeride, dışarıda. Kayıpların sayısı 122’ye ulaştı.
O soğuk ve uğursuz aralık günlerinden bu yana gündemden hiç düşmedi F Tipi tecridin neden olduğu hastalıklar, sakatlıklar, ölümler. Büyük bir düşmanlıkla ve fizik, psikolojik, sosyal; her anlamda yok etme güdüsü ile yöneliyor statüko tutsaklara. İntiharlar ve ruhsal hastalıkların hiç görülmemiş oranda arttığı gözlendi ilkten, ardından ibre giderek ölümcül hastalıklara kaydı. Tüm cezaevlerinden birçok tutsağa birbiri ardı sıra kanser tanıları konmaya başlandı. Topluma göre daha genç bir yaş ortalamasına sahip olan devrimci ve yurtsever tutsaklar arasında, toplumdaki ile kıyaslanamayacak düzeyde yüksek oranda kanser olguları baş gösterdi. Tecridin olası etkileri zaten sır değildi ve daha sonraki olası gelişmeler 2000’lere doğru tüm ayrıntıları ile yazılıp çizilmiş, yetkililer uyarılmıştı alanın uzmanlar tarafından. ‘Sağır Sultan’ duysa da, yetki sahipleri üç maymunu oynamayı tercih ettiler.
Erol Zavar’a tutuklandığı Ocak 2001’den 15 ay önce konmuştu mesane kanseri tanısı. İlk ameliyatından sonra üç ayda bir yapılan 4 kontrolde de sonuç tümüyle temiz çıkmıştı. Düzenli sistoskopik inceleme sıklığı 6 ayda bir olarak tekrar düzenlenmişti ve hekimleri en riskli dönemin sorunsuz atlatılmış olması nedeni ile çok umutlu idiler. Çok büyük olasılıkla 3,5 yıl daha Erol’u izleyip, 2004 gibi artık geçirdiği hastalığı ‘unutması’nı söyleyebileceklerini düşünüyorlardı. Tutuklanıp işkenceli sorguların ardından önce Eskişehir, sonra da Tekirdağ F Tipi Cezaevi’ne kondu. Sağlıkla ilgili önerilere uyma konusunda ne denli disiplinli olursa olsun, onca çabasına karşın tam 37 ay sürdü Erol’un sistoskopik incelemeyi yaptırabileceği bir merkeze sevki. Nüksetmişti kanser, Erol’un zaten tüm bulgularından bildiği ve yıllardır uyardığı gibi. Tam 5 adet kanserli ve büyük tümör alındı o ilk ameliyatta vücudundan. O gün bugün ameliyat sayısı 20’yi, vücudundan alınan tümörlerinki ise 50’yi aştı. O ilk ameliyatın yapıldığı 2004 Şubatı’ndan bu yana içeride tutulma konusundaki ısrar sonucu hem kanserin derecesi ağırlaştı hem de yerleşimi çok daha riskli bir hale geldi.
Rapor’u Cumhurbaşkanı’na elden teslim etmek üzere randevu talebimize yanıt alamadığımız gibi, artan tepkiler üzerine Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından ellerinde Erol Zavarla ilgili herhangi bir belge bulunmadığı şeklinde inanılmaz manipülatif bir açıklama yapıldı. Bunun üzerine Rapor’u iadeli tahahütlü olarak Cumhurbaşkanlığı’na gönderip, TTB ve ÇHD ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Basın Açıklaması ile de kamuoyuna açıkladık. Bu konudaki ayrıntıları izleyen sayfalarda bulabileceksiniz.
Bu arada F Tipi cezaevlerinde kanser başta olmak üzere ölümcül hastalıklara yakalananların sayısı hızla artmaya başlamıştı ve yıllar içinde birçok tutsak da yaşamını yitirmişti. Son dönemde ise geometrik artış gösterdiği izlenimi oluşturacak şekilde memleketin dört bir yanından cezaevlerindeki kanser hastası tutsakların durumu İHD ve TİHV başta olmak üzere ilgili kurumlarca kamuoyuna taşındı. Artık mızrak çuvala sığmıyor ve insanlar ATK’nun, bakanların, Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üsküllerin ve hatta bizzat Cumhurbaşkanlığı’nın açıklamalarına iltifat etmiyor, giderek yükselen biçimde kendi vicdanının sesine sahip çıkmaya başlıyordu.
Erol’un durumunun yanı sıra Güler Zere, A. Samet Çelik ve İsmet Ablak’a reva görülen uygulamalar da kamuoyundaki infialin yükselmesinde büyük rol oynadı. 77 yaşındaki Ali Çekin’i
Hakkında cezaevinde yatamayacağına dair Üniversite raporları olmasına karşın Güler Zere’ye reva görülenleri ve bu pervasızlığa karşı gelişen tepkileri aşağıda bulacaksınız. Biz yine bir başka Yurtsever Tutsağın Öyküsü ile giriş yapalım. Hem de kendi satırları ile. Erzurum’da izbe bir mahkum koğuşunda ölüme terk edilen Yurtsever Tutsak İsmet Ablak’ın Öyküsü ile:
“Merhaba!
Ben İsmet Ablak,
Bu mektup elinize geçtiğinde, ben sonsuzluk âlemindeki yeni yaşamıma başlamış olacağım. Doğrusunu isterseniz nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü dünyadayken bir doğduğumu, bir de cezaevindeyken yaşadıklarımı biliyorum. Tüm hayatım, anlamlı mahkûmiyet yıllarındaki sessizlikler içinde geçti. Ses olduğum tüm zamanlarda bile, sessizliğe itildim. Sanırım, ben varlığın en sessiz sesiydim.
Annem hep anlatırdı: “Oğlum, tüm çocuklarımın içerisinde en uysal olanı sendin. Sessiz, kendi halindeydin…”
Kağızman’da yatılı okurken de öyleydim. Türkçeyi pek bilmezdim ve bilmemek de suçtu. Konuşamadığımız için hep dayak yerdik. En çok dayak yiyenlerden biri de bendim. Çünkü sessizdim. Sessizliğim başıma bela olmuştu; tavır olarak bilinirdi. Yine bir ara devlet bize ayakkabı dağıtmıştı. Kara lastiklerimizin yanında, o siyah pabuçlar bize Hint kumaşı gibi görünmüştü. Ama hevesim kısa zamanda gazlı bezlerin sarı renklerinde boğuldu. Ayakkabımın tabanına çakılmış çivilerden biri paslı ucuyla ayağıma batınca, bir-iki günde ayağım irin torbasına dönüştü. Devletin benimle uğraşmaya zamanı olmadığından olacak ki, beni bir haftalığına köye gönderdiler. Aradan iki ay geçmişti, ama beni soran kimse yoktu. O kadar sessizdim ki, devlet beni ilk ve son kez unutmuştu.Yazmalı kız, sessiz genç
Yıllar sonra gençliğimin kıyılarındayken, yine Kağızman’da bir inşaatta çalışıyordum. Karşı evde bir kız vardı. Ben iskeleye çıktığımda o da hep bahçede oyalanırdı. Sonra zaman geçtikçe, sessizce ısındık birbirimize. Uzaktan uzağa sessizce mesajlar saldık kalplerimize. Ben sağ elimi saçıma sürerdim. O başını kaldırır, kafasını sudan çıkarmış ördek gibi bir sağa, bir sola sallayarak saçlarını dalgalandırırdı. Bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilemezdim. Sonra ben çenemi kaşır, ardından da bahara çıkmış toy bir boğa gibi gerinirdim. Buna cevap olarak ‘O’, yazmasını açar, iki eliyle havaya kaldırır, birkaç saniye bekler, sonra yine ağır ağır saçlarına dolardı. Bunun da ne anlama geldiğini bilmezdim. Sadece hoşuma giderdi. Anlamını bilmediğimiz sessiz sözcüklerle, sessiz düşlerde konuşurduk. Birbirimizin isimlerini bilmezdik. Ben onu yazmalı kız olarak bildim. O da beni sessiz genç olarak bildi. Öylece bitti…
Sessizliğimi bozmak istediğim zamanlar oldu. Ama daha ilk adımımda hayallerim kanatlarından vuruldu ve içeri alındım. 20 gün boyunca Ali-ye bekânın sevgili kara kollarında, kara günlere, kâbuslara budandım. Ben yine sessizdim; bağırmadığım, konuşmadığım için, anamdan emdiğim ak sütü fitil fitil burnumdan getirdiler. ‘Acı’yı hissetmez olmuştum. Çünkü yoksulluk, yaşamı çoktan bir çile yapmış, sırtıma bağlamıştı. Yürek artık her acıyı kanıksamıştı. Ve ben yine sessizliğe devam ettim.
Önce 12 yıl ceza verdiler. Sonra nedense bu az görüldü ve bunu üçle çarpmaya karar verdiler. Hâkim : “Ne diyorsun” dedi. (içimden neler neler söylediğim bana kalsın da…) sözlü olarak kimliğimi ve halkların kardeşliğini ifade eden sloganların başına ‘biji’ yi ekleyerek bağırdım. Son 15 yıldır o çığlığımın yankısıyla, sessizce yol aldım ve devlet bunu hiç unutmadı.Hastasın, hastalığını bilmezsin
Cezaevi yıllarım, çok zor yıllardı. Karartma gecelerini izleyenler, ya da ‘Bu insan çığlıklarını unutmayın’ diyenlerin hayatını bilenler, beni çok iyi anlarlar. Biz ‘insanlık onuru’ dedik. Ve bunun cefasına göğüs gerdik; sürgünler oldu. Dirhem dirhem eriyenler ve alev alev yananlar oldu. Ama biz bu soğuk demir ve duvar ortasında yaşamın sessiz çığlıkları olmaya devam ettik.
Evet. Cezaevi zordu, hele bir yanı var ki, daha da zordu. Hastasın, ama hastalığını bilmezsin. Kendi adına hiçbir karar veremezsin. Kesilir-dikilirsin, ne olduğunu yine bilemezsin. Arkadaşlarına ulaşmak istersin ama ranzaya bağlı zincirin yol vermez. Her gün çöktüğünü görürsün ama anlatamazsın. Tükendiğini gören arkadaşlarının gözlerindeki çaresizlik bir kezzap suyu gibi yakar içini. Çünkü sen eridikçe, onlar da erir seninle… Ve yine sessizce…Abim bir daha gelmedi
Hastanede ilk ameliyattan sonra biraz düzelir gibi oldum. 12 gün kaldım. Tek başıma geçirdiğim günlerde, neydim-ne oldum diye düşüncelerim olmadı değil. Çünkü hala ne olduğunu bilmediğim rahatsızlığımdan kurtulduğumu söylemişlerdi. Bu illet üç yıl önce başlamıştı. Her seferinde bir şurup ya da haplarla geçiştirilmişti. Konulan teşhis ise ‘psiklojik’ti. Hekim sözüydü ve gerisi Allah’a kalmıştı. Oysa midemden alınan bir avuç ur, teşhise ‘amenna’ dedirtecek cinstendi.
Derken bir gece vakti aniden titremeye başladım, gözlerimi hastanede açtım. Yine ameliyata yattım. Ameliyat olurken de kanser olduğumu söylemediler. Hani bilmiş olsaydım, belki sevdiklerimi bir biçimde hazırlardım. Böyle ani olmazdı gidişim. Romanya’da işçi olarak çalışan abim ilk ameliyattan sonra ziyaretime gelmişti. Çok etkilenmişti iki kemik, bir deri kalmıştım. ‘Haftaya yine gelirim…’ demişti. Ama bir daha gelmedi. Evdekilerden sordum. ‘Romanya’ya gitmiş’ dediler. Oysa kalp krizi geçirmiş. Benden önce buraya gelmişti. Çocukları daha çok küçüktü. Ölüm burada da kalleşti…
Burada kendisiyle görüştük. Durumu çok iyiydi. Diğer ağabeylerimi de iyi gördüm. Mazlum, Deniz, Hayri, İbrahim, Kemal, hatta Sokrat Baba bile çok iyiler. Dünyadaki tüm erdem savunucularına selamları var. Bizim Berzan ve Mirze de yanımdalar. Zaten hastanedeyken de hep yanımdaydılar. İkisinin de alnında bir tutam ateş vardı ve hep gülümsüyorlardı.
İtiraf etmeliyim ki, hastanede kaldığım o izbe yerde, bedenim çok zorlandı. Havasız ve ışıksızdı, hemen her gün ameliyata alınıyordum ve bedenim paralanıyordu. Dışarıdaki dostlar kan vermek için kilometrelerce yol gelip, sıra alıyorlardı. Yoksulluk hepsinin belini bükmüştü. Gözlerinin feri kaçmıştı. Damarlarındaki kan miktarı, hayata tutunmalarına ancak yetiyordu. Onun da yarısını bedenimi diri tutmak için veriyorlardı. Mahkûm arkadaşlarım da kanlarını paylaşmak için başvurmuşlardı. Ama bürokrasinin soğuk çarkları donmuştu.
Baygın olduğum zamanlarda ölümü hep gördüm. Kıyasıya bir hesaplaşma yaşadık. Beni zorlayan tek şey, son günlerimde yaşlı baba ve anamı göremeyişim, onlarla helalleşemeyişimdi. İkisi de çok hastaydı ve yürüyemeyecek kadar takatsizdiler. Zaten bir yıldan fazladır babamı göremiyordum. Artık bir şey işitemiyor, ayakta kalamıyordu. Anam ondan beterdi, dizleri tutmuyordu. Üç ay önce zar zor görüşüme geldi. Giderken duvarlara tutunduğunu gördüğümde, nefesim bir yılan gibi boğazıma dolanıp vermişti. Kader olamazdı bu…
Bacım hep yanı başımda kalmak istediyse de, günde üç defa, yalnız yarım saatliğine kalabiliyordu. İşte ruhen zorlandığım an o zamandı. Çünkü sancılarım o çıplak duvarlarda kırmızı izler oluşturduğunda, sayıklamalarım parmaklıklara çarpıp yankılandığında, bacımın nasıl için için kan ağladığını görüyordum. Benden saklasa da, gözlerindeki derin boşluk çaresizliğini ve ıstırabını yansıtırdı. Gözler de çocuklar gibidir, ikisi de yüreğin aynasıdırlar.Kimseye kırgın değilim
Sözü fazla uzatmak istemiyorum. Buradan kimseye kırgın değilim. Bedenim yenik düştü, ama ruhum hâlâ kalan sağlardandır. Üstelik artık dört duvar arasında değilim. Yüreği halkla, özgürlükle yeşeren herkesin sıcak soluğuyum. Beni son günlerimde sevenlerimle vedalaşma şansından mahrum bırakanlara da kırgın değilim. Bilirim ki, onlar bir gün annelerinin gözlerinin içine bakma cesaretini kendilerinde bulduklarında, zaten vicdanlarının kahredici masumiyetinin utancında boğulacaklardır.
Sözü bitirirken, Taraf’a çok teşekkür ederim. Özellikle Ahmet Bey’e. Benim gibi hukukun azizliğine uğramış insanlara gösterdiğiniz hesapsızlık, ilgi ve alaka; ödenen bedellerin boşuna olmadığını göstermiştir.
Ben, sessizce yaşadım. Sessizce direndim ve bu dünyayı sessizce terk ettim. Gücümü sizlerden ve daha önce inançları uğruna gidenlerden aldım. Beni hastaneden alan tüm Iğdırlı hemşerilerime ve bana birçok konuda yardımcı olan tüm hastane personeline teşekkür ediyorum. Sizin şahsınızda tüm dostlarıma ve insanlığa veda ediyorum.
Sevgiyle kalın,
İsmet ABLAK
D.T.= 1968 IĞDIR (Alican)
Ö.T.= 18 Temmuz 2009 ERZURUM (Hastane)”
İsmet Ablak’ın bu dramatik kaybı ve Güler Zere’nin durumunun kamuoyuna yansımasının ardından, özellikle de son 3 haftada yaşananların bir bölümünü bir ‘kolaj’ şeklinde izlemeye çalışalım:
Türk Tabipleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Derneği ve Çağdaş Hukukçular Derneği 23 Temmuz Perşembe Günü düzenledikleri Basın Toplantısı’nda; Adli Tıp Kurumu’nu eleştirerek, ülkemizde Adli Tıp işleyişinin nitelikli, güvenilir, bilimsel ve özerk bir biçimde yeniden şekillenebilmesi için öneriler sundular:
“1- Türkiye’nin adli tıp alanındaki en büyük bilirkişilik kurumu ATK, bilirkişiliğin en öncelikli koşulu olan güvenilirliğini bütün toplum nezdinde kaybetmiştir.
2-Adli Bilimlerin olmazsa olmaz kaynağı olan üniversitelerden, bilim insanlarından ve bilimsel incelemelerden destek almaksızın düzenlenen raporlar bilimsel ve hukuksal olarak kabul edilemez.
3-Bilirkişi ve bilirkişilik kurumlarının yeterlik ve yetkinliklerinin bağımsız kurumlar tarafından değerlendirilmesi hukukun saygınlığı ve toplumun adalete güven duyması için önemlidir. ATK’nun bu koşullarda bilirkişilik yapmaya devam etmesi, adalete olan güveni de derinden sarsmaktadır.
4- Bu durum sürdürülebilir değildir ve Türkiye’deki adli tıp organizasyonunun hızla gözden geçirilmesi ve bilimsel veriler doğrultusunda yeniden yapılandırılarak özerk ve bağımsız bir nitelik kazandırılması gerekmektedir.
Devlet Denetleme Kurulu’nun yapacağı denetimin etkinliği, verimliliği ve güvenilirliği için bu sürecin bütün aşamaları konuyla ilgili meslek örgütlerinin katılımına ve katkılarına açık olmalıdır. TTB ve Adli Tıp Uzmanları Derneği (ATUD) başta olmak üzere tüm ilgili örgütler olarak adli tıp alanında uzun yıllara dayanan birikim ve insan gücümüzle ATK’ndaki denetim sürecine katılmaya hazır olduğumuzu kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.”
***
29 Temmuz Çarşamba Günü Saat 12.30’da AKP Ankara İl Başkanlığı önünde Genel-İş, İHD, ÇHD, KESK Şubeler Platformu, AKA-DER, ODAK, SDP, EHP, Halkevleri, ÖDP, ESP, DTP, EMEP tarafından bir eylem düzenlendi. Eylem ”Güler Zere’ye Özgürlük!”, ”Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın!” sloganları ile başladı, daha sonra ise açıklamaya geçildi. Açıklamada; ”Güler’in tahliye edilmesinde tıbben olduğu gibi hukuken de bir engel bulunmamaktadır. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un hükmü çok açık. Yasada; ‘Tutuklunun sağlığı tehlike arz ediyorsa ve tedavisi cezaevi şartlarında yapılamıyorsa ya da uzun sürecekse infaz ertelenir.’ deniyor. AKP İktidarı bilerek ve isteyerek ölüme sebebiyet verme suçu işlediği gibi uygulamakla yükümlü olduğu yasayı çiğneyerek, uygulamayarak da suç işliyor. AKP koyduğu yasaları uygulamalı, hasta tutukluların hayatıyla oynamaktan vazgeçmelidir” denildi. Eylem, açıklamadan sonra atılan sloganlarla sona erdi.
***
Aynı dakikalarda İstanbul’da DHF, ESP, Halk Cephesi, ODAK, ÖMP ve Partizan’ın oluşturduğu Tecride Karşı Mücadele Platformu kendisini bir basın toplantısı ile ilan etmekteydi. Bu toplantıda kamuoyuna duyurulan Deklarasyon şöyleydi:
“Bir ülkenin gerçek yüzünü görmek istiyorsanız o ülkenin hapishanelerine bakın. O ülkedeki insanların özgürlüklerinin, haklarının ne kadar olduğunun aynasıdır hapishaneler. Bu gün çokça sözü edilen demokratikleşme, AB standartları söylemlerinin arkasında kanlı bir gerçek yatmaktadır. O gerçek bu ülkenin asıl yüzüdür.
Özelikle 12 Eylül Faşist Cuntası’ndan bu güne gelişen süreç devletin hapishanelere nasıl baktığını göstermektedir. Katliamlar, dizginsiz işkenceler, sürgünler ve elbette ki tutsakların bu zulme karşı en meşru hakkı olan direnişler…
Diyarbakır Zindanı’nda işkencelere karşı 4 yurtsever tutsağın bedenini ateşe vermesi…82-83 ölüm orucu eylemlerinde katledilen 6 devrimci… Tek tip elbise ve iyice pervasızlaşan baskılara karşı 84 ölüm orucunda 4 tutsağın katledilmesi… Hücre tipi hapishanelerin ilk hamlesi olan Eskişehir Tabutluğu’nun kapatılması talebiyle gerçekleştirilen 96 ölüm orucu ve süresiz açlık grevinde 12 tutsağın katledilmesi… 95’de Buca’da 3, 96 da Ümraniye’de 4, 96’da Diyarbakır’da 10, 99’da Ulucanlar’da 10, 19-22 Aralık 2000’de 28 devrimci tutsağın katledilmesi… 20 Ekim 2000’de başlayan ölüm orucu ve 9 Aralık 2000’de başlayan ölüm orucu eyleminde 122 tutsağın katledilmesi… En son yaşanan örnek; Metris Hapishanesi’nde Engin Çeber’in işkenceyle katledilmesi… Ve 19 Aralık 2000’den bu güne F tipi hapishanelerde sürdürülen Tecrit işkencesinde sağlığını yitiren, intihar eden, sakat kalan yüzlerce insan…
Budur bu ülkenin gerçek yüzü. Demokrasiden, insan haklarından, Avrupa standartlarından bahsedenler yukarıda saydıklarımızı çizilmeye çalışılan tozpembe tablonun neresine yerleştiriyorlar?
Bu ülkede demokrasi yoktur… Bu ülkede hak ve özgürlüklerimiz üzerinde kalın bir faşizm bulutu vardır. Ve hemen her kurumuyla tutsaklara, onların yakınlarına, dışarıda ise hakkını arayan herkese düşmanca davranmaktadır… Adli Tıp Kurumu’nun durumu bu gün gündemdeki temel sorunlardan biridir. Hapishanelerde onlarca devrimci tutsak ölümle pençeleştiği halde tahliye edilmezken, işkenceci-katliamcı Arif Doğanlar, İbrahim Şahinler ve halka karşı suç işlemiş generaller sağlık problemleri gerekçesiyle birer birer tahliye edilmektedir. İşte İsmet Ablak… Kanser hastasıydı, serbest bırakılmadı ve hapishanede öldürüldü. Bilimsel bir kuruluş olması gereken Adli Tıp Kurumu’nun bilimsel bir kuruluş olmadığı ve egemen sınıfların çıkarı doğrultusunda bilimsel değil politik kararlar verdiği ortaya çıkmıştır. Güler Zere hakkında üç ayrı rapor olmasına rağmen, hapishane koşullarında tedavisinin mümkün olmadığı bu raporlarda belirtilmesine rağmen tahliye edilmemektedir. İçerde tedavi olmayı bekleyen, tedavisi ancak hapishane duvarlarının dışında mümkün olan birçok tutsak ölümle burun burunadır. Bugün Kırıklar 2 No’lu F tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan kan kanseri hastası A. Samet Çelik, Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Aygül Kapçak, Adıyaman E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan İsmet Ayaz, Elazığ E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan 85 yaşındaki Yusuf Kaplan, Sincan F Tipi Cezaevi’nde, 7 yıldır mesane kanseri tedavisi gören ve bu güne kadar 30’a yakın ameliyat geçiren Erol Zavar, Bolu F Tipi Cezaevi’ndeki Murat Türk, Şirin Bozaçali, Deniz Güzel, Cesim Kahraman, Ahmet Karaman, ileri derecede Hepatit B hastası Ali Baba Arı ve M. Ali Çelebi, ileri derecede şizofren ve F tipinde tutulmaması gerektiği yönünde doktor raporu bulunmasına rağmen tek kişilik hücrede kalan Sincan F Tipi Cezaevi’ndeki Mesut Deniz, Siirt E Tipi Kapalı Cezaevi’ndeki kanser hastası Aynur Epli, Gebze M Tipi Cezaevi’nde bulunan 62 yaşındaki Nure Sincar, Antalya L tipi Cezaevi’nde belinden aşağısı felçli İsmail Hakkı Kaya ölümü bekler hale gelmiştir.
Tabiî ki biz bu çifte standartın nedenini bilmekteyiz… Güler Zerelerle İsmet Ablaklarla… Arif Doğanların, İbrahim Şahinlerin arasında önemli bir fark vardır. Çifte standartın nedeni de bu farktır. Ölüme terk edilen devrimci tutsaklar bütün yaşamlarını bu ülkenin geleceğine, halkına, işçi sınıfına adayan insanlardır. Ama diğerleri çetecidir, işkencecidir, katliamcıdır, tescilli halk düşmanlarıdır… Bu yüzden Nur Birgenler tarafından birer birer tahliye edilmektedirler…
Tecrit sürüyor… Yukarda anlattıklarımız aysbergin görünen yüzüdür. Tecrit en büyük işkencedir… F tipi hapishanelerde ısrarla tecrit uygulanmakta, devrimci tutsaklar inançlarından soyundurulup teslim alınmak istenmektedirler. Bu ülkede devrimcilik yapmak meşrudur. Bunca zulme, sömürüye dur demek için yola çıkanlar elbette ki suçsuzdurlar. Suç olan devrimci tutsakları siyasi kimliklerinden arındırmak için uygulanan tecrit politikasıdır.
Kuşkusuz hem bizlerin hem de hapishanelerdeki devrimci tutsakların bir direniş geleneği vardır. Bu yüzdendir ki 9. Yılı’na giren F tipi tecrit politikası ne bizleri ne de devrimci tutsakları teslim alamamıştır. Alamayacaktır da.
Tecrit en barbar, en acımasız işkence yöntemidir. Tecride karşı mücadele etmek devrimci demokrat kurumların, aydınların, sanatçıların ve her şeyden önce kendisine insanım diyen herkesin görevidir. Bu görev savsaklanmaya gelmez. Bizler görevlerimize sırtımızı döndükçe ölümler sürecektir. Buna engel olmalıyız. Bizler aşağıda imzası bulunan kurumlar olarak tek tek yürüttüğümüz tecrit karşıtı mücadeleyi birleştirerek Tecride Karşı Mücadele Platformu’nu kurmuş bulunmaktayız. Kararlıyız, tecrit zulmüne son verene kadar mücadelemiz sürecektir. İnançlıyız, tecrit zulmüne son vereceğiz.
Hapishanelerdeki devrimci tutsakların da tecride karşı ortak bir platform kurduklarını biliyoruz. Cezaevleri Merkezi Platformu’nu buradan coşkuyla selamlıyoruz. Ve işkenceye, tecride karşı olan sendikaları, meslek örgütlerini, devrimci demokratik kurumları tecride karşı mücadelede ortak hareket etmeye çağırıyoruz.”
***
Başka bir Eylem de Ankara’da 31 Temmuz Cuma Günü saat 12.30’da Adalet Bakanlığı önünde gerçekleştirildi. Basın açıklamasına Erol Zavar’a Yaşam’a Hakkı Koordinasyonu kendi pankartıyla dâhil oldu. Erol Zavar’ın ve Güler Zere’nin dövizlerinin taşındığı eylem, ”Güler Zere’ye Özgürlük”, ”Erol Zavar’a Özgürlük”, ”Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın” sloganları ile başladı. Daha sonra şair Mehmet Özer Basın Açıklaması’nı okudu. Özer; Rapor’u veren Adli Tıp 3. İhtisas Dairesi’nin kabarık siciline vurgu yaptı. Arif Doğanları, İbrahim Şahinleri, Cavit Çağlarları, Dinç Bilginleri raporlarıyla cezaevinden salan bu dairenin toplumsal muhalefeti görünce “ölüm meleği”ne dönüşen hekimlerine değindi. Nur Birgen’i kastederek, kendi meslek odası tarafından hekimlik yapması yasaklanan, adı işkence suçunun örtbas edilmesine karışan Başkan’a, yemini bozmuş hekimlere dikkat çekti. Daha sonra Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu adına konuşan Gözde Erdal; geçen sene Ali Çekin’in bu sene de İsmet Ablak’ın cezaevinde yaşamını yitirdiğine, yeni ölümlerin yaşanmasını istemediklerine, ölümlerden Devlet’in sorumlu olacağına vurgu yaptı. Daha sonra atılan sloganlar ve Adalet Bakanlığı önüne tabut bırakılmasıyla eylem sona erdirildi.
***
Aynı gün Saat 19.30’da ise İstanbul Taksim’de de bir Yürüyüş vardı. Amargi, Antikapitalist, Barış ve Demokrasi Partisi, BDSP, CemTV, Çağrı, Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği, ÇHD, Demokrasi İçin Birlik Hareketi, Devrimci Alevi Komitesi, Devrimci Hareket, DHF, DİP Girişimi, DTP, KESK Şubeler Platformu, EHP, EKD, Emekli-Sen 1-2-4 No’lu Şubeler, EMEP, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu, ESP, Halkevleri, Halk Cephesi, Gülensu – Gülsuyu Derneği, Kaldıraç, Mücadele Birliği Platformu, Nazım Hikmet Marksist Bilimler Akademisi, Partizan, PEN, SDP, SODAP, Sosyalist Feminist Kolektif, Sosyalist Parti, ÖDP, ÖMP, Özgürlükçü Sol Hareket, TAYAD, TKP ve TÖP’ün örgütlediği Yürüyüş’te; “Kanser Hastası Güler Zere’ye Özgürlük! Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın!” pankartı taşındı. Eylemciler, Taksim Meydanı’ndan, Galatasaray Lisesi önüne yürürken, “Güler Zere serbest bırakılsın!”, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur!”, “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!”, “Katil devlet hesap verecek!”, “Zindanlar yıkılsın, tutsaklara özgürlük!”, “İçerde, dışarıda hücreleri parçala!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!”, “Erol Zavar’a özgürlük!” “Yaşasın devrimci dayanışma!” sloganlarını attılar. Eylem sırasında “Tecrit öldürüyor! Kanser hastası Güler Zere serbest bırakılsın!”, “Yargı + Tecrit + Adli Tıp = Ölüm!” yazılı dövizlerin yanı sıra durumu acil durumdaki 14 hasta tutsağın isimlerinin, ‘Öldürtmeyeceğiz!’ ibaresi ile birlikte ozalit olarak taşındığı gözlendi.
Kitle Galatasaray Lisesi önüne vardığında çeşitli konuşmalar yapıldı. İlk konuşmayı yapan DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, bugün toplumun hücrelerine dek bölündüğüne, örgütlülüğün ve dayanışmanın önüne geçilmeye çalışıldığına dikkat çekerek halkı her daim özgürlükleri kısıtlayanlara karşı mücadele etmeye davet etti ve “Devrimci tutsaklar onurumuzdur!” dedi. Son olarak sürmekte olan Kemal Türkler Davası’na da değinen Görgün, orada da hukukun çiğnendiğini hatırlattı ve “Adalet sisteminin böyle adaletsizlikle yönetildiği bir ülkede yaşıyoruz!” dedi.
Daha sonra milletvekili Ufuk Uras bir konuşma yaptı. “Bu ülkede devrimcilerin Necmettin Erbakan kadar değeri yok mudur?” diye soran Uras, Erol ZAVAR hakkında Adli Tıp Kurumu Raporu’na ‘Alternatif Rapor’ hazırlanıp, randevu talep edilmiş olmasına, Cumhurbaşkanlığı’na Dosya’nın gönderilmiş olmasına rağmen, bugüne kadar herhangi bir geri dönüş alınamadığı, bunun yanı sıra adeta dalga geçercesine ‘Elimizde Zavar hakkında bir dosya yoktur!’ diye açıklama yapıldığını hatırlattı ve yetkililere seslenerek sözlerini şöyle sonlandırdı: “Kör olasın demiyorum; kör olma da gör diyorum!”
Basın Açıklaması’nı imzacı kurumlar adına Av. Taylan Tanay okudu. Güler Zere’nin yaşadıklarının kamuoyuna bir kez daha duyurulduğu açıklamada, İsmet Ablak’ın ölümüne, Erol Zavar, Mehmet Yeşiltepe, Aynur Epli, Samet Çelik başta olmak üzere hasta tutsakların ölüme terk edilmişliğine değinildi. Basın Açıklaması: “Siyasal İktidarı uyarıyoruz. Hasta tutuklu ve hükümlülere ilişkin bugüne kadar sürdürülen politika sadece hapishanelerden yeni tabutların çıkmasına neden olmuştur. Bu politika bir an önce terk edilmeli, hükümlülere ilişkin objektif kriterlerden yoksun ve taraflı hazırlanan Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu raporları dikkate alınmamalıdır. Üniversite hastanelerinden alınan bağımsız ve objektif raporlar dikkate alınmalı, hasta tutuklu ve hükümlüler özgürlüklerine ve sağlıklarına bir an önce kavuşturulmalıdır. Aksi tutumun yeni ölümlere yol açacağı ve bunun sorumlusunun da siyasal iktidar olacağını kamuoyuna duyururuz”, sözleriyle noktalandı.
***
1 Ağustos Cumartesi Günü İstanbul, Ankara ve İzmir’de eş zamanlı basın açıklamaları gerçekleştirildi. İzmir ve İstanbul’daki eylemler EZYHK imzası ile gerçekleştirilirken, Ankara’daki Basın Açıklaması’na ise çift pankart ile çıkıldı; 78’liler Girişimi, AKA-DER, Alınteri, ÇHD, DTP, EHP, EMEP, ESP, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu, Genel-İş, Halkevleri, Halk Cephesi, İHD, KESK Şubeler Platformu, ODAK, ÖDP, SDP, TAYAD, TKP imzaları ile açılan pankartta “AKP ve Adli Tıp, Hukuka, Bilime Göre Değil, Devrimci Düşmanlığıyla Karar Veriyorlar!” yazdığı görülürken, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu imzası ile açılan pankartta “Erol Zavar’a ve Tüm Hasta Tutsaklara Özgürlük!” ibaresi vardı. Saat 14.30’da Ankara Merkez Postanesi önünde bir araya gelinerek Adalet Bakanlığı’na kefen gönderildi. Ardından ortak bir basın metni okundu. Açıklamada ”Cumhurbaşkanı duymuyor, Adalet Bakanlığı görmüyor, Adli Tıp gizliyor. Güler Zere ölüyor. Biz duymaları için haykırmaya, başlarını çevirdikleri her yerde karşılarına çıkarak adalet istemeye devam edeceğiz” denildi.
Eylemliliğin İstanbul’daki ayağı için de saat 12.30’da Taksim’de Galatasaray Lisesi önünde toplanıldı. “Güler Zere, A. Samet Çelik ve Erol Zavar Ölüme Terk Edilmesin! Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın!” yazılı Pankart açan Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu üyelerine, Emekçi Hareket Partililer de destek verdi. Eylemciler, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur!”, “Erol Zavar’a Özgürlük!”, “Yaşasın Devrimci Dayanışma!”, “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek”, “Hasta Tutsaklara Özgürlük” yazılı Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu imzalı dövizler taşıdılar.
Üç eylemde de “Erol Zavar’a Özgürlük”, “Güler Zere’ye Özgürlük!”, “Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın!”, “Tecrit Öldürür, Dayanışma Yaşatır!”, “Yaşasın Devrimci Dayanışma!”, “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” sloganları atıldı.
Aynı gün içerisinde Ankara, İstanbul ve İzmir’de gerçekleştirilen basın açıklamalarında, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu üyeleri şu metni okudu:
“Sevgili Dostlar, Değerli Basın Emekçileri,
‘Hapisten bir kişi daha tabutla çıktı’; ‘İsmet Ablak da Cezaevi’nde yaşamını yitirdi.’ Son dönemde sık okuduğumuz başlıklar oldu bunlar. Artık bu tür haberler duymak istemiyoruz.
Bilindiği gibi cezaevleri başlı başına bir sorundur ülkemizde. Binlerce insanımız ABD patentli, AB finanslı tecrit hapishanelerinde ceza içinde ceza çekerek yatmakta. Bir kısmı için durum daha da zor. Çünkü onlar ayrıca hastalıkları ile de boğuşmak zorundalar. Bahsettiğimiz basit hastalıklar da değil… ağır, yaşamsal hastalıklardır. Cezaevinde tedavisi mümkün olmayan; kanser, şizofreni, felç benzeri hastalıklar.
Aslında ceza yasalarında bu tür durumlar için gerekli maddeler mevcut. Yasaya göre hayati bir sorun teşkil eden sürekli bir hastalığı tespit edilen tutuklu veya hükümlünün cezası Adli Tıp raporlarıyla saptandığında ilgili Cumhuriyet Savcılığı tarafından altı ay süreyle ertelenebiliyor. Ayrıca bizzat Cumhurbaşkanı da aynı gerekçe ile cezayı hafifletilebilir ya da tümden kaldırabilir, yani hükümlü geçici değil tümüyle tahliye edilebilir.
Geçtiğimiz yıllarda bu yasanın uygulanabildiğini hep birlikte yaşayarak gördük. Cumhurbaşkanı, Erbakan’ın ev hapsi cezasını hasta ve yaşlı diye affetti. Ergenekon tutuklusu Generaller ve diğer subaylar ile İbrahim Şahin ve bazı sivil tutuklular tedavi görebilsinler diye serbest bırakıldılar. Yine Cumhurbaşkanı’nın mesane kanseri olan Mustafa Varlık’ı tahliyesine karar verdiğini de basından izledik, iki ay kadar önce. Yani böyle bir yasa var ve uygulanıyor da. Buna bir itirazımız yok bizim. Bizler insan hayatının ve haklarının dokunulmazlığı evrensel ilkesinin geçerli olmasının kavgasını da veriyoruz. İtirazımız; uygulamadaki çifte standarda, yetkiyi elinde tutan kurumların açık taraflılığınadır. Hasta eğer solcu, muhalif, yani devrimci ise ölüme terk edilmekte… Tüm insanlığın vicdanı gibi, bizim de itirazımız bu kabul edilemez pervasızlığadır.
Anlatılabilecek maalesef çok sayıda benzeri örnek var şu sırada cezaevlerinde. Ancak bu noktada, birçok insanlık dramından yalnızca birini, en güncel ve yakıcı olanını aktaralım size: Elbistan Hapishanesi’nde bulunan ve 14 yıllık tutsak olan Güler Zere’nin hastalık öyküsünü yani. Güler, ağzının içinde yaralar çıkmasına karşın uzun süre doktora çıkartılmaz. Tüm ağzı yaralarla kaplanıp yemek yiyemez hale gelince çıkarıldığı revirden ise ağrı kesici ilaçlarla Hücresi’ne geri gönderilir. Hapishane arkadaşlarının ısrarlı çabalarıyla hastaneye sevk edilebildiğinde; ağız içi kanseri olduğu ortaya çıkar. Şikayetlerini ilk kez dile getirdiğinde sevki yapılıp teşhisi konabilse kolaylıkla tedavi edilebilecek bir hastalık, hapishane idaresi ve infaz savcısının keyfi tavrı ile tedavisi olanaksız noktaya taşınmıştır. Buna rağmen hastaneye yatırılmaz Güler; “Yer yok!” denir. Yatışı gecikmeli şekilde sağlandığında ise hemen ameliyata alınarak yanağının yarısı operasyonla alınır, ancak kanser çok yayılmıştır. İkinci kez ameliyat edilerek daha geniş bir bölge çıkartılırsa da, bu da çare olmaz. Bu arada hakkında Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Kürsüsü ve Adana Tabip Odası tarafından “Güler Zere’nin 4. evrede kanser hastası olduğu, tutukluluk koşullarında iyileşmesinin mümkün olmadığı, tahliye edilmesi durumunda iyileşme ihtimalinin % 30 olduğu” vurgulanan raporlar düzenlenir. Normalde Güler’in tahliye edilmesi için bu raporlar yeterlidir. Ancak Elbistan İnfaz Savcısı bu kurumlardan “Yüksek güvenlikli, tam teşekküllü bir hastane mahkûm koğuşunda tedavisinin mümkün olup olmadığı” konusunda ek rapor ister. İkinci kez düzenlenen Rapor’da ‘aslında ilk raporun son derece açık olmasına karşın ikinci kez rapor istenmesinin anlamının anlaşılamadığı belirtilerek, Güler Zere’nin zaman geçirilmeksizin tahliye edilmesi gerektiği vurgulanır. Elbistan İnfaz Savcısı bununla da yetinmez ve Güler Zere’yi İstanbul Adli Tıp Kurumu’na (ATK) sevk eder. 3 kilo kaybettiği, gidiş -geliş 28 saat süreli kara yolculuğu ile 10 dakikalık Adli Tıp muayenesine getirilir Güler. İki kez kanser ameliyatı olmuş birine yaptırılan 28 saatlik yolculuk işkence değilse, nedir? Ergenekon sanıklarına, kontrgerilla elemanlarına, İbrahim Şahin’lere 1 günde rapor düzenleyen ATK, Güler ile ilgili raporu 2 haftada düzenleyebilir ve onda da ‘tahliyesine gerek olmadığı’na karar vermiştir. 10 dakikalık muayene, bunu anlamalarına yetmiştir. Bu utancı kağıda dökmek için ise tam 2 hafta gerekmiştir. Daha önce Erol Zavar’dan başlayarak birçok hasta tutsağın cezaevinde tedavi edilebileceği raporlarının altında imzası olan ATK 3. İhtisas Dairesi, bu defa da Güler Zere’nin ölüm fermanını imzalamıştır. Güler’e reva görülen bu alçaklığın nedeninin, onun bir devrimci oluşu olduğu açıktır.
Bizler, beş yılı aşkın süredir Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu olarak sayısız eylem ve etkinlik gerçekleştirdik. Erol şahsında cezaevlerinde yaşanan haksız uygulamalara dikkat çekmeye çalıştık. Mesane kanseri olan ve bugüne dek 20 ameliyat geçirip, vücudundan 50’nin üzerinden kanserli ur alınan Erol Zavar‘ın F Tipi tecrit koşullarında direnmek durumunda kaldığı bu hayati sorununu kamuoyuna taşımaya çalıştık… Erol’un Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından düzenlenmiş olan ‘tedavisinin uygun koşullarda yapılabilmesi için derhal tahliye edilmesi gerektiği’ne dair Raporu’nu vermek üzere aylarca randevu beklediğimiz Cumhurbaşkanlığı Sekreterliği’nden, 3 hafta kadar önce ve adeta alay eder gibi “Elimize Erol Zavar konusunda ulaşmış bir Rapor yoktur!” açıklaması yapıldı. Bunun üzerine randevu verilmeyeceğine ikna olarak söz konusu Raporu iadeli tahahütlü olarak Cumhurbaşkanlığı Makamı’na gönderdik. Hiç olmazsa artık bu konuda yanıltıcı açıklamalar yapılamayacaktır. 3 Ağustos Pazartesi Günü ise Erol Zavar’ın Raporu İstanbul Tabip Odası’nda TTB Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy ve bizler tarafından kamuoyuna açıklanacaktır. Erol’a karşı sergilenen bu yaklaşımın da nedenini biliyoruz, çünkü Erol Zavar da bir devrimcidir.
Erol’u ‘ora’dan alabilir, ‘duvar’da bir gedik açabilirsek arkası gelir, önce hasta tutsakları ölümün pençesinden çekip almak, paralelinde de ‘F Tipi Tecrit’ konusunda bir duyarlılık oluşturmak mümkün olabilir, diye düşündük. Ama bu süre içinde onlarca hasta tutsak hayatını yitirdi. En yakın örnekleri de Ali Çekin Amca ile İsmet Ablak oldu. İsmet Ablak hepimizin bildiği gibi geçtiğimiz hafta sonu göz göre göre ölüme terk edildiği, Erzurum’daki izbe bir mahkum koğuşunda, hayatını kaybetti. Hem Ali Çekin’in hem de İsmet Ablak’ın suçları ise Kürt ve Yurtsever olmalarıdır. Kırıklar 2 No’luda Kan Kanseri tanısına karşın ısrarla tahliye edilmeyen A. Samet Çelik’in ‘suç’u da aynıdır. Ama ne yapsalar nafile. Onların tümü de; yani Güler de, Erol da, A. Samet de, tüm diğer devrimci tutsaklar gibi, onurumuzdur.
Eğer güçlü bir kamuoyu ve hasta tutsaklar etrafında güçlü bir dayanışma yaratamazsak belki de Güler Zere, A.Samet Çelik ya da Erol Zavar bir sonraki kayıplarımız olacak. Cezaevlerindeki hasta tutsaklar sorunu, sadece yakınlarının, arkadaşlarının, yoldaşlarının değil, başta devrimci-demokrat çevreler, insan hakları savunucuları ile aydın ve sanatçılar olmak üzere bu coğrafyanın vicdanının, insanım diyen herkesin sorunudur. İnsanlarımızı hastalıklarının tedavisi için dışarı alabilme çabasında ortaklaşma hepimize düşen bir görevdir.
Devlet yetkililerini uyguladıkları çifte standarda son verip ağır hasta tutsakların tedavilerinin uygun koşullarda yapılabilmesi için tahliyelerine karar verilmesine çağırıyoruz, 01.08.2009.
Güler, Samet, Erol ve tüm hasta tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır!
Tecrit Öldürür, Dayanışma Yaşatır!
Yaşasın Devrimci Dayanışma!”
***
3 Ağustos Pazartesi Günü ise Çağdaş Hukukçular Derneği, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu ve Türk Tabipler Birliği İstanbul Tabip Odası’nda ortak bir Basın Toplantısı düzenleyerek Adli Tıp Kurumu’nun Erol Zavar hakkında hazırladığı rapora karşı hazırlanan ‘alternatif rapor’u kamuoyuna duyurdu.
Basın Toplantısı’nı açan, TTB Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy, Zavar’ın Raporu hakkında şöyle konuştu:
Bilindiği gibi Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) icraatları son yıllarda giderek artan oranda tartışılmakta. Tartışılan konular sadece Hüseyin Üzmez Vakası ya da Münevver Karabulut’un otopsisinde yaşananlar değildir. Cezaevlerinde yaşamsal risk yaratan hastalıklarla yatmakta olan birçok insan hakkında, özellikle de ATK 3. İhtisas Dairesi’nin adeta otomatiğe bağlanmış izlenimi veren ‘Tutukluluk koşullarında tedavisi mümkündür!’ raporları da, kamuoyu vicdanını kanatmaya devam etmektedir. Geçtiğimiz aylarda 77 yaşındaki Ali Çekin’in ve 2 hafta kadar önce de İsmet Ablak’ın kanser hastası olmalarına karşın, bu yaklaşımın sonucu olarak cezaevlerinde yaşamlarını yitirdikleri biliniyor.
Son olarak ‘ağız içindeki metastatik kanser’i, terminal (son) döneme (4. Evre) ulaşmış ve geçirdiği 2 ameliyattan sonuç alınamamış olan Güler Zere’nin durumu basına yansıdı. Zere için Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Kürsüsü’nce ‘%30’un altındaki tedavi şansının kullanılabilmesi için hemen tahliye edilmesi gerektiği’ yönünde 2 rapor düzenlenmiş olmasına karşın İnfaz Savcılığı yine de kendisini ATK’na sevk edip görüş sorması, mevcut yasalara göre bile tümüyle keyfi bir uygulama görüntüsü veriyordu. Daha dramatik olan ise Güler Zere’nin 3 kilo daha kaybetmesine neden olan 28 saatlik karayolculuğu sonrasında 10 dakikalık bir muayeneye dayanılarak yazılan 3. İhtisas Dairesi Raporu’nun, bizatihi kendisi idi. Rapor’da Güler Zere’nin tedavisinin hükümlülük koşullarında sürdürülmesi uygun görülüyordu. Yetkililer, hiçbir nesnel ve bilimsel veriye dayanma gereksinimi duymaksızın, ATK 3. İhtisas Dairesi Kararı’nı, Çukurova Üniversitesi’ninkine üstün sayarak uygulamaya koydular. Güler Zere de maalesef ölüme gün saymak üzere tekrar cezaevine gönderildi.
Yine benzeri olgulardan biri olan Erol Zavar’ın durumunu ve kendisi hakkında Birliğimizce hazırlanmış olan Raporu değerlendirmek üzere bugün bir aradayız. Erol Zavar’ın eşi Elif Zavar ve Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Merkezi tarafından Birliğimize yapılan başvuru üzerine Merkez Yönetim Kurulumuzca görevlendirilen Prof. Dr. Veli Lök başkanlığındaki ve TTB adına görev yürüten, Üroloji, Adli Tıp; Kardiyoloji; Psikiyatri ve Dahiliye uzmanlarından oluşan bir Heyet; Erol Zavar’ın Sağlık Dosyası ile tüm verilerini inceleyerek bir Değerlendirme Raporu düzenlemiştir.
Nisan 2009 başında başvuruculara teslim edilen Rapor, öncelikle ve elden Cumhurbaşkanı’nın değerlendirmesine sunulmak istenildiği için, o aşamada kamuoyu ile paylaşılmamıştır. Cumhurbaşkanlığı’ndan randevu taleplerine aylardır yanıt alamayan başvurucular, son olarak Cumhurbaşkanlığı Sekreterliği’nce yapılan: “Erol Zavar ile ilgili elimize ulaşmış herhangi bir Rapor yoktur!” açıklaması üzerine Rapor’u iadeli tahahütlü olarak Cumhurbaşkanlığı’na göndermeyi ve bir Basın Toplantısı ile konuyu kamuoyu ile paylaşmayı tercih etmişlerdir.”
Zavar’ın ‘destansı yaşama sevinci ve direnci’ne de değinen Prof. Dr. Gürsoy, sözlerini “Erol Zavar’ın, benzeri durumdaki diğer tüm insanlarımız gibi, daha da geç kalınmadan tahliyesi, toplumsal onurumuz açısından büyük önem kazanmıştır. Onurumuza sahip çıkalım.
ile noktalandırdı.
Daha sonra ÇHD Genel Başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı bir konuşma yaptı. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda geçen uzman tanımına göre, kamu görevlisi olan hekimlerin, üniversite hastanelerinin ve TTB’nin adli tıp konusunda rapor verebileceğini ifade etti. “Bilirkişilik” kavramının Adli Tıp Kurumu’nun tekeline alınamayacağını belirten Av. Kozağaçlı, bunun hiçbir hukuki dayanağının bulunmadığını söyledi. Daha önce ATK’nun hiçbir sağlık sorunu olmayan onlarca kişiyi tahliye ettiğini, bu kuruma güvenilemeyeceğini hatırlattı. Üniversite hastanelerinden, TTB’nin oluşturduğu raporlama birimlerinden, devlet hastanelerinden alınmış raporların resmi ve bilimsel raporlar olduğunu ifade eden ÇHD Başkanı; Adalet Bakanlığı’nın artık bu raporları ‘test ettirmek’ için ATK’na göndermemesi gerektiğini, çünkü bu Kurum’un hukuka ve ahlaka aykırı kararlar verdiğini söyledi.
Ardından konuşma yapan EZYHK Koordinatörü Dr. Alp Ayan, Adli Tıp Kurumu’nun ilk olarak Şili’de Pinochet Faşizmi tarafından yapılandırıldığını; bunu 12 Eylül Faşizmi Dönemi’nin izlediğini hatırlattı. Konuşmasında İsmet Ablak’ın ölümüne ve Güler Zere’nin durumuna da değinen Dr. Ayan, 5 yıla aşkın bir süredir yürüttükleri bir Kampanya olduğunu söyleyerek Erol Zavar’ın hasta tutuklu ve hükümlüler açısından bir simge olduğuna dikkat çekti. Zavar hakkında hazırlanan Rapor’un durumu çok net ifade ettiğini belirtti.
Şu anda 360 civarında hasta tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Bunlardan 50’ye yakınının durumu ciddidir. 14-15 kadar tutuklu ise her an ölebilecek durumdadır’ diye konuşan Dr. Ayan, tedavi için Erol Zavar ve tüm diğer hasta tutsakların vakit kaybedilmeden serbest bırakılması gerektiğini yineledi.
Basın Toplantısı’na izleyici olarak katılan Elif Zavar, Toplantı’nın ardından basın emekçilerine açıklamalarda bulunarak, daha fazla tutsak ölmeden Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı’nın insani görevlerini yerine getirmelerini istedi. F Tiplerindeki tecrit ve tretman zulmüne değinen Elif Zavar, eşinin bir kanser hastası olarak 9 yıldır F Tipi cezaevinde yaşadığını hatırlattı.
***
Aynı günün akşamı saat 19.30’da, ertesi gün meclis önünde yapılacak eylem için İstanbul’dan bir otobüs kaldırıldı. Gidecekler yolcu edilmeden önce, Taksim AKM önünde bir Basın Açıklaması gerçekleştirildi. Amargi, Antikapitalist, Barış ve Demokrasi Partisi, BDSP, Çağrı, Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği, ÇHD, Demokrasi İçin Birlik Hareketi, Devrimci Alevi Komitesi, Devrimci Hareket, Devrimci 78’liler, DHF, DİP Girişimi, DTP, EHP, EKD, Emekli-Sen 1-2-3-4 No’lu Şubeler, EMEP, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu, ESP, Gülensu – Gülsuyu Derneği, Halkevleri, Halk Cephesi, İHD, Kaldıraç, KESK Şubeler Platformu, Mücadele Birliği, Nazım Hikmet Marksist Bilimler Akademisi, ÖDP, ÖMP, Özgürlükçü Sol Hareket, Partizan, PEN, SDP, SODAP, Sosyalist Feminist Kolektif, Sosyalist Parti, TAYAD, TKP, TÖP ve Tecride Karşı Sanatçılar tarafından örgütlenen Basın Açıklaması’nda, ÇHD Başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı bir konuşma yaparak, Adalet Bakanlığı’nın ve ATK’nun hukuksuzluğunu eleştirerek;
Bu söylediklerini ciddiye almıyorum ama dedikleri gibi parlamenter bir demokrasi varsa, bu saydıklarımın hepsi Meclis’e karşı sorumludur. Meclis, Adalet Bakanı’nı, Cumhurbaşkanı’nı zorlayabilir. İşte, yarın bu Parlamento’nun açılışına gidiyoruz”dedi. İmzacı kurumlar adına Basın Metni’ni okuyan Av. Ebru Timtik; “Güler ZERE 14 yıldır tecrit hücrelerinde. Hapishane uygulamaları ve tecrit Güler Zere’yi ölüm yolculuğuna çıkardı. Hapishane koşulları nedeniyle kanser hastalığına yakalandı. Dört duvar onun çığlığını susturur; kimseye duyurmaz, sessizce kapatır gözlerini, isyanını toprak örter, diye düşündüler. Yanıldılar… direndi… duyurdu sesini Güler… İsmet Ablak’ın tabutu anlattı bize her şeyi… Erol Zavar tam 20 kez bedenini saran ur’u attı dışarıya. Biz gördük, göstereceğiz. Duyduk, duyuracağız… Anladık, anlatacağız… Herkes duysun! Açık yasa maddesi ve hazırlanan raporlar olduğu halde iktidar, halk nezdinde hiçbir meşruluğu kalmayan 3. İhtisas Kurulu eliyle Zereleri mahkum koğuşlarında ölüme terk ediyor
dedi.
***
Ertesi gün, aynı imzacı kurumlardan eylemciler Ankara’da meclis önündeydiler. Güler Zere’nin Babası Haydar Zere ve Av. Ebru Timtik aralarında Ufuk Uras ve Akın Birdal’ın da bulunduğu çeşitli milletvekilleri ve yetkililer ile görüştüler. Yaptığı konuşmada Av. Tintik, Güler Zere’nin kansere yakalandığı öğrenildikten sonra, tedavisinin dışarıda yapılabilmesi için 2 kez infazının ertelenmesi talebinde bulunduklarını, ancak başvurularına olumsuz yanıt aldıklarını söyledi ve Zere’nin infazının ertelenmesi yönünde tam 4 raporun olduğunu hatırlattı.
Haydar Zere ise Kızı Güler Zere’nin, hastanenin mahkum koğuşunda kaldığını, mahkum koğuşunun çok kötü koşullara sahip olduğunu söyleyerek, bir kanser hastası için bulunduğu ortamın hijyeninin önemini hatırlatarak ”Kızımı versinler bana, dışarıda tedavisini yaptırayım, iyileştikten sonra tekrar cezaevine girsin” diye yetkililere seslendi.
Ufuk Uras konuşmasında; Güler Zere’nin en kısa zamanda sağlığına ve ailesine kavuşturulması gerektiğini dillendirerek, hasta tutukluların serbest bırakılmasını talep etti.
Akın Birdal ise; bir hükümlü neyle suçlanırsa suçlansın, sağlıklı yaşama hakkının devletin sorumluluğunda olduğunu hatırlattı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hasta mahkumları affederek “demokratik açılım”da da ilk adımı atmasını istedi.
***
7 Ağustos Cuma Günü 19.30’da, artık her hafta Cuma akşamları tekrarlanması kararlaştırılmış eylemlerin ikincisi gerçekleştirildi.
“Kanser hastası Güler Zere’ye özgürlük! Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!” Pankartı’nın ardında yürüyen kitle “Güler Zere’ye özgürlük!”, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur”, “İçeride, dışarıda, hücreleri parçala”, “Zindanlar yıkılsın tutsaklara özgürlük!” ve “Yaşasın devrimci dayanışma!” sloganlarını sıkça attı.
Taksim Meydanı’ndan Galatasaray Lisesi önüne kadar süren Yürüyüş’ün ardından, Av. Taylan Tanay, Güler Zere’nin 2009 Yılı’nda yaşamını yitiren 8. tutsak olmamasını istediklerini ifade etti ve Güler Zere ile diğer hasta tutsakların serbest bırakılmasını istedi. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı ve AKP Mersin Milletvekili Zafer Üskül’ün daha önce yaptığı, mahkum koğuşlarını övücü açıklamaya değinerek, İsmet Ablak’ın da mevzubahis mahkûm koğuşunda yaşamını yitirdiğini ve 2007’den bu yana 300’ü aşkın tutuklu ve hükümlünün bu mahkum koğuşlarında katledildiğini hatırlattı.
Ardından Güler Zere’nin babası Haydar Zere de bir konuşma yaparak Üskül’ü yalanladı. Kızının kaldığı koşulları kendisinin gördüğünü, koşulların çok kötü olduğunu belirtti.
Güler Zere’yi ziyarete gelen İtalyan Heyet de bir konuşma yaparak, Türkiye’deki hapishanelerin çok kötü durumda olduğunu ifade ederek, yürütülen bu mücadelenin tecrit zulmünü yeneceğini umduklarını söylediler.
Yazar Cezmi Ersöz de bir konuşma yaparak, zorbaların ve tiranların değil; ezilenlerin, emekçilerin, mücadele edenlerin hikâyelerinin anlatıldığını söyledi.
Şair Ruhen Mavruk ise, zindanlardan çıkan her yeni tabutun devlete karşı duyulan öfkeyi arttırdığını hatırlattıktan sonra bir şiirini okudu.
Son olarak Av. Behiç Aşçı imzacı kurumlar adına basın metnini okudu. Zere’nin sağlık durumu hakkında bilgi veren ve serbest bırakılmayarak göz göre göre katledildiğini ifade eden Av. Aşçı eylemi şu sözlerle noktalandırdı: “Sorumlulara bir kez daha sesleniyoruz: Hukuka, Tıp bilimine, ahlaka ve vicdana aykırı bu uygulamayı derhal terk edin ve Güler Zere’yi serbest bırakın!”
***
7 Ağustos Cuma Günü İzmir’de gerçekleştirilen Basın Açıklaması ise; Alınteri, DHF, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu, ESP, Halk Cephesi ve Partizan imzaları ile gerçekleştirildi. Saat 12.30’da Bayraklı Adliyesi Adli Tıp Kurumu önünde bir araya gelen eylemciler, “Güler Zere’ye Özgürlük! A. Samet Çelik, Erol Zavar, Güler Zere ve Tüm Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın!” pankartı açtılar.
.***
10 Ağustos Pazartesi Günü saat 12.30’da gerçekleştirilen bir Basın Açıklaması ile Adli Tıp Kurumu önünde ‘Özgürlük Nöbeti’ başlatıldı. Amargi, Anti-kapitalist, Barış ve Demokrasi Partisi, BDSP, Çağrı, Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği, ÇHD, Demokrasi için Birlik Hareketi, Devrimci Alevi Komitesi, Devrimci Hareket, Devrimci 78’liler, DHF, DİP Girişimi, DTP, EHP, EKD, Emekli-Sen 1-2-3-4 No’lu Şubeler, EMEP, Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu, ESP, Gülsuyu Derneği, Halk Cephesi, Halkevleri, İHD, Kaldıraç, KESK Şubeler Platformu, Nazım Hikmet Marksist Bilimler Akademisi, ÖDP, ÖMP, Özgürlükçü Sol Hareket, Partizan, PEN, Proleter Devrimci Duruş, SDP, SODAP, Sosyalist Feminist Kolektif, Sosyalist Parti, TAYAD, Tecrite Karşı Sanatçılar, TKP, TÖP, Tüm-İGD imzaları ile gerçekleşen Basın Açıklaması’nda “Güler Zere’ye özgürlük için nöbetteyiz! 1. gün” yazılı pankart açıldı. İmzacı kurumlar adına Basın Açıklaması’nı Av. Naciye Demir okudu, “Etiğe, tıp bilimine, hukuka aykırı raporları ile bağımsızlığını, bilimselliğini, güvenilirliğini yitiren ve lağvedilmesi gereken Adli Tıp Kurumu’nun önünde ‘Özgürlük Nöbeti’ne başlıyoruz” dedi. Ardından şair Ruhan Mavruk bir Konuşma yaparak; “Güler Zere öldüğünde hapishaneden çıkan ilk tabut olmayacak, bugüne kadar yüzlerce tabut çıktı hapishanelerden”, dedi. “Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur”, “Güler Zere’ye Özgürlük”, “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın” sloganlarının sıklıkla atıldığı Basın Açıklaması’nın ardından oturma eylemi başlatıldı. Eylemciler arasından temsilciler, ATK’ndan yetkililer ile görüşme talebinde bulundu. Talepleri “tatile çıktıkları” ya da “misafirleri olduğu” gibi gerekçelerle reddedildi.
***
Temmuz ve Ağustos aylarının tüm olumsuz koşullarına karşın hasta tutsakların durumları konusunda yakalanan hareketlilik ve duyarlılık, önümüzdeki sürece daha bir iyimser bakabilmemizi getiriyor.
Tanık olduğumuz bazı eksiklikleri ise bu Yazı çerçevesinde -şimdilik kaydı ile- açmamaya özen gösterdik. Yani, bu aşamada; yaşanan süreçte gözlemlediğimiz ve bu coğrafyanın tüm vicdani birikimini harekete geçirme iddiamız açısından handikap oluşturduğuna inandığımız hatalar ve özellikle de reel sosyalizme özgü grupçu, manipülatif ve dayatmacı yaklaşımların vakit geçirilmeksizin aşılması çabası içinde olacağımızı belirtmekle yetinelim. TKMP saflarından başlayarak tüm ilgili kamuoyu ile bu konuları tartışmak niyetindeyiz. ‘Devrimci Kardeşlik ve İlkeli Mücadele Arkadaşlığı’nın hayata geçirilebilmesinin önünde engel teşkil eden kişi ve çevrelerin ya doğru çizgiye gelmelerine yardımcı olacağız ya da böylesi en hassas süreçlere dahi tüketici bir biçimde yaklaşmalarına karşı etkili önlemler alacağız.
Yaptığımızı söylemek ve söylediğimizi yapmak; adil olmak; aydın ve sanatçılar ile duyarlı kamuoyu dahil ilgili tüm çevrelerle ilişkimizde manipülasyonun değil diyalogun rol oynamasını uygun ortamı yaratmak gibi konularda engel teşkil eden yaklaşımların üzerine kararlılıkla gideceğimizi yazmış oluyoruz. Bu konuları muhatapları ile tartıştıktan sonra kuşku yok ki, okurlarımızla da paylaşacağız, 14.08.2009.
Erol, Güler, Samet ve Tüm Hasta Tutsakları ‘Ora’dan Alacağız!
Yaşasın Devrimci Dayanışma!