TİP Emek Büro ile “Günümüzde İşçi Örgütlenmesi ve Sendikalardaki Yapısal Sorunlar” üzerine konuştuk

1
491

Odak Dergisi “Günümüzde İşçi Örgütlenmesi ve Sendikalardaki Yapısal Sorunlar” başlığıyla gerçekleştirdiği söyleşi dizinde bu kez de Türkiye İşçi Partisi (TİP) Emek Büro ile görüştü.

Sınıf mücadelesinin ve sınıf hareketinin içinde bulunduğu sorunları ve olanaklarını anlamaya çalışarak çeşitli isimlerden aldığımız görüşlerle eleştirel bir düşünceye varmayı amaçlıyoruz.

Bu doğrultuda aldığımız cevapları sizlerle paylaşıyoruz, iyi okumalar dileriz…

ODAK: Ülkemizde işçi sınıfının sınıf bilinci, örgütlenmesi ve mücadelesi hakkında ne düşünüyorsunuz? 

TİP Emek Büro: Öncelikle, sınıf bilinci kavramını biraz açmak gerekiyor, siyasi gelişmelere, toplumsal meselelere sınıfın çıkarını önceleyen bir müdahale, refleks olarak mı kavrıyoruz? Türkiye işçi sınıfının mücadelesi ziyadesiyle ekonomik talepler etrafında yoğunlaştığını görüyoruz. Mevcut iktidar bloğunun siyasi-ekonomik alanı birbirinden yalıtmakta mahir davrandığını kabul etmek lazım. Sınıf bilincinin sosyalist hareketin murad ettiği olgunluğa erişmesi için bir siyasi odağın işçi sınıfının gündelik hayatına nüfuz edecek bir yerleşikliğe sahip olması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat şunu kabul etmeyeliyiz: İşimiz hiç kolay değil. Sabırlı, ihtiyatlı ve uzun vadeli bir plan doğrultusunda bu hedefin gerçekleşebileceğine inanıyoruz. İnsanları, toplumsal grupları belli bir siyaset etrafında bir araya getirmek ve dönüştürmek uzun yıllara yayılan bir mücadeleyi gerektiriyor. 

Sınıfın örgütlenmesi konusunu ikiye ayıralım. Sınıfın kurumsal ve siyasal örgütlülüğü olarak düşünelim. Örgütlülüğün kurumsal veçhesine henüz yayınlanan 2025 sendika üye istatistikleri üzerinden kabaca değinelim. Zorunlu sigorta kapsamındaki 16 milyon işçiden 2 milyonu herhangi bir sendikaya üye. 2 milyon işçinin ise neredeyse yarısı bir işyerinde sendika aracılığıyla patronla çalışma ve ücret koşullarını müzakere edebilecek durumda. Bu rakamlar, kayıtlı işçilerin %6’sına denk geliyor. Kayıtdışı işgücünü de dahil edecek olursak, bu oran daha da aşağıya inecektir. 

Bu payı konfederasyon ve sendikalar ölçeğinde tartıştığımızda ise karşımıza şu tablo çıkıyor: Sendika üye işçilerin önemli bir kısmını Saray Rejimi ile güçlü bir patronaj ilişkiyle bağlı TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ konfederasyonlarının elinde tuttuğunu görüyoruz. Özellikle TÜRK-İŞ’in içerisinde birtakım mücadeleci sendikal odaklar var, haklarını yemeyelim. DİSK’in üye sayısı, işkolu barajını aşan sendikaları nispeten daha düşük. Fakat DİSK içerisinde aslan payına sahip Genel-İş’in tavrı, siyasi ilişkileri  ve konferasyon üzerindeki etkisi oldukça tartışmalı. Kısacası, mevcut konjonktürde işçi sınıfının kurumsal gücünün ketlediğini, sendikal bürokrasinin giderek katılaştığını, mevcut iktidar bloğu ve ana muhalefetin hegemonyası altında atıllaştığını söylemek yanlış olmaz.       

Son dönemde görünür olan bağımsız sendikaların varlığına da kısaca değinelim. Örgütlenmesi zor, giriş-çıkışın yüksek olduğu maden, tekstil, inşaat gibi işkollarında son dönemde bağımsız sendikaların bir görünürlüğü var. Bu alanlardaki mücadele ivmesini artırdıklarını, işçilerin taleplerini kamuoyunda görünür kıldıklarını söyleyebiliriz. Ancak, mevcut iş kanunundaki kısıtları da düşününce bir konfederasyon altında yer almadan, kendi öz kaynağı ile örgütlenmenin oldukça güç olduğunu ve sınırlılıkları olduğunu da vurgulamak gerekir.  İşçi sınıfının siyasetle ilişkisi ve sınıf mücadelesini de ilerleyen sorularda değerlendirelim. 

ODAK: Emperyalist kuruluşlar, iktidar, sermayedarlar ve yerel yönetimler sendikaların örgütlenmelerini ve mücadelelerini nasıl etkiliyor? Bu bağlamda Batılı fonlar sendikal mücadeleye ne gibi etkilerde bulunuyor? 

TİP Emek Büro: İsmi geçen, sermayenin uzantısı olan bu kurumlarının Türkiye sendikal hareketi üzerinde  etkili olmak için her tarihsel dönemde çeşitli hamleler yaptığını biliyoruz. 

TÜRK-İŞ’in kurulmasında ve yapılanmasında Amerikan sendika modelinin örnek alındığı hatırlayalım. DİSK’in en güçlü olduğu dönem dışında düzey siyasetinin etkisine her zaman açık kapı bıraktığını anımsayalım. 

Bir önemli noktanın da altını çizmek gerekiyor, bazen söz konusu sendika olduğunda bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Sendikalar sınıfın çıkarları doğrultusunda müzakere yürüten aygıtlardır. Sınıfın taleplerini, düzen-içi kazanımlara dönüştürmek için mücadele verirler. Yapısı gereği sınırlılıklarla maluldur. Sendikaların devrimcileşmesi, devrimci siyasetin ülke genelindeki gücüyle ilgilidir. 

Elbette, sendikaların sınıfın taleplerini önceleyen bir mücadele hattından vazgeçmeyi mazur göreceğimiz anlamına gelmiyor. Ancak, tartışmayı yürütürken bu kısıtların da farkında olmak; maceraperestlikle, gerçekçilik arasında dengeli bir siyaseti özenle inşa etmek konusunda bize yardımcı olacaktır. 

Saray Rejimi (AKP-MHP iktidarının) sendikalar üzerindeki hegemonyasını, sınıf hareketi üzerinde yarattığı atıllığı önceki soruda yanıtladık. Sermaye birlikleri, TÜSİAD ve  MÜSİAD başta olmak üzere, yerel ve uluslararası kuruluşlar üzerinden konfederasyonları mücadele yerine “sosyal diyaloğu” önceleyen bir çizgiye geriletmek istiyorlar. Sendikalar, mevcut durumları sebebiyle biraz fazla gönüllü davranıyorlar. Ancak, yine de buna odaklanmak yerine,  kuşatmayı yıkamak için içeriden ve dışarıdan siyasi basıncı artırmak ve birliğimizi güçlendirmek gerekiyor.   

Yerel yönetimler meselesine gelecek olursak, 2012’de sendika üyeliğini düzenleyen kanundan sonra, sendikal alana dair daha tutarlı gözlemler yapabiliyoruz. 2013’ten beri sendika üyeliğinde bir artış söz konusu. Bu artışın önemli bir kısmı; kamu iştiraklerdekindeki (yerel yönetim, sağlık, sosyal hizmetler) işçilerin sendikalarda üye olmasını kolaylaştırılmasından kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle, bu tarihten itibaren yerel yönetimlerin sendikalarla kurduğu siyasi patronaj ilişkisi derinleşmiştir. Kamudaki sözkonusu işkollarındaki genişleme, düzen siyasetinin işine yaradı. Siyasi partilerin sendikalarla artan siyasi münasebetleri, işçi mücadelesi önünde engel oluşturmaktadır. Dışarıdan gelecek, daha ilerici taleplerle bezeli bir siyasi baskı oluşmadan da sendikaları esaretine alan bu patronajın yıkılması mümkün gözükmüyor. 

Batılı fonların sendikalar üzerinde ne düzeyde etkili olduğunu kestirmek çok mümkün değil. Elbette bu kuruluşlar sendikalara yardımı hayrına yapmıyorlar. Uzun vadede kendi çıkarları doğrultusunda kontol etmek maksadıyla bu desteği sağlıyorlar.  

Bununla birlikte, şunu da görmek lazım: Türkiye’de birçok sendikanın özkaynakları oldukça yetersiz, uzman dahi istihdam edemiyorlar, günlük faaliyetler için maddi destek bulamıyorlar. Mecbur kaldıkları için bu mütevazı desteklere yöneliyorlar. Kimsenin “emperyalizme hizmet etme” niyetiyle bu fonları kullandığını sanmıyoruz. Bize düşen görev, kendi dayanışmamızı büyütmek ve sendikaları destekleyecek bir maddi kapasiteyi yaratmak olmalıdır.  

ODAK: Sendikaların hukuksal yapısı, işleyişi ve yerleşik gelenekleri işçilerin hak ve özgürlük mücadelesi ve bilinci üzerindeki etkileri hakkında neler söyleyebilirsiniz?  

TİP Emek Büro: 12 Eylül sonrasında sınıf aleyhine işleyen, iş ve sendika kanunun bize miras kaldığını vurgulayarak başlamak lazım. Hukuki prosedür ve süreçlerle, mevcut yasaların işleyişinin de akamete uğratıldığını da görmek gerekiyor. Güncel durumda, bir sendikanın iş kolu barajını aşması ve bir işyerini örgütleyip yetkiyi kazanması oldukça zor. Bunun ne denli güç olduğunu Türkiye gibi ülkelerdeki sendikalaşma oranlarını mukayese ederek anlamak da mümkün. Türkiye yıllardır ITUC ve ETUI raporlarında çalışma ve örgütlenme koşulları açısından en kötü ülkeler arasında yer alıyor. 

Bu durum hiç şüphesiz, arkasına gizleneceğimiz bir mazeret olmaz. Yapısal sınırları görmek açısından bu saptamanın gerekli olduğunu düşünüyoruz. Fiili mücadeleyle bu engellerin yıkılabileceğine dair devrimci inancımız tam. Ancak, bu dönüşümün bugünden, yarına gerçekleşmeyeceğini; önümüzde yürünecek uzun ve çetrefilli bir yol olduğunu görmemiz gerekiyor. 

Sendikaların işleyişi ve sınıf üzerindeki etkileri de haliyle bu manzaradan etkileniyor. Yukarıda sendika bürokrasisi, ve düzen siyasetinin etkisinden bahsetmiştik. Örgütlenmenin, mücadeleci sendikal yapıların büyümesinin zor oluşu, büyük sendikaları da ister istemez atıllaştırıyor. DİSK ve TÜRK-İŞ’in mücadeleci geleneğe sahip sendikalarını dışarda tutacak olursak; kendi üye havuzunu korumaya dayalı, ekonomik talepler doğrultusunda mücadeleye sıkışmış, bürokratikleşmiş bir sendikal yapı karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki işçi sınıfını ileriye taşıyacak bir etkiyi üretmekten giderek uzaklaşıyorlar. 

Ne yapmak gerek? Lenin’in meşhur sözünü hatırlayalım: En geri sendikalarda bile çalışmak gerekir. Çıkışsızlığı görene kadar, işçilerin tercih ettiği sendikayı sahiplenmek ve müdahalenin koşullarını aramak gerekiyor. Ezcümle, siyasi müdahaleyle bu katılığı çözmemiz mümkün. Türkiye İşçi Partisi olarak bu müdahaleyi olgunlaştırmanın yollarını arıyoruz. 

ODAK: Kadınlar sendika yönetimlerinde sizce neden azınlıktalar?

TİP Emek Büro: Genel bir çerçeve çizerek başlayalım. Türkiye’deki işgücü kompozisyonundan ve bağlantılı olarak Saray Rejimi’nin (AKP-MHP iktidarı) uyguladığı muhafazakar politikalardan bahsetmek gerekiyor. 

Öncelikle Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı yüzde 30 civarlarında, muadili ülkelere kıyasla oldukça düşük. Ek olarak, Saray Rejimi’nin aileyi temel alan, kadını evde tutmaya dönük politikaları kadınların işgücüne katılımını engelliyor. İşçi sınıfı hanelerinde kadınların çoğunluğu ya ücretsiz eviçi bakım emeğini üstleniyorlar yada kayıtdışı olarak emek piyasasına dahil oluyorlar. Türkiye işçi sınıfının erkek egemen kompozisyonu, haliyle sendikaların üye profilini ve örgüt yapısını da belirliyor. Patriyarkanın Türkiye çalışma ilişkilerindeki egemenliği, emeğin örgütlerine de sirayet ediyor. 

İşgücünün erkek egemen olduğunu kabul ettik diyelim. Peki, sendika yönetimlerinin hiç mi suçu yok? Örneğin, kadın istihdamının görece yüksek olduğu tekstil, gıda, tarım gibi işkollarındaki sendikalarda da kadının adını yok! Sendikalardaki yönetici kadroların, işyeri temsilcilerini belirleyen seçim veya atama usulleri, erkeklere imtiyaz tanıyan ayrımcı, dışlayıcı bir silsileye bağlanmış durumda. Sendikalardaki erkek yönetim kadroları genellikle kadın işçilerin karar alma mekanizmalarında yer almasını, yönetici kadrolarda bulunmasını engelliyor, bir bakıma sendikalarda oluşmuş erkek iktidar alanlarının sarsılmasını istemiyorlar. Sendikaların, kadın işçilerin cinsiyet temelli özgün sorun ve taleplerine yönelik politika geliştirmekte yetersiz kalması ve toplumsal cinsiyet perspektifinin toplu sözleşmelere yansımaması, sendika yönetimlerinde ve karar mekanizmalarında kadınların yeterince yer alamamasıyla yakından ilişkili. Fakat bu olumsuz tabloya rağmen, kadın işçiler sendikalaşmaya, direniş ve grevlerde ön saflarda yer almaya, sendikal çalışmalar içinde aktif roller üstlenmeye devam ediyor. Kadınlar sendikaları değiştirmek konusunda ısrarcı, bizim de bu yolu açmak için uğraşmamız gerekiyor.

Öte yandan, son yıllarda Türkiye’de kadın hareketi giderek kitleselleşti ve güçlendi. Kadın hareketi müesses nizamı her alanda zorlamaya başladı. Kadın hareketi içinden de sendikaların erkek egemen yapısına güçlü eleştiriler yöneltiliyor. Kadınların, sendikaların politikalarına dışardan feminist bir basınç uyguladığını gözlemlemek ve kadınların yavaş yavaş sendika kadrolarında yer bulduğunu görmek mümkün. Elbette bununla yetinemeyiz. Kadınların sendikalarda eşit temsili ve toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik politikaların geliştirilmesi için, sendikaların bu erkek egemen yapısının değişmesi gerekiyor. Bu amaç doğrultusunda, sendikalardaki demokratik temsil ve işleyişi, toplumsal cinsiyeti gözeten bir sendikal anlayışı güçlendirmek öncelikli görevlerimiz arasında olmalı.

ODAK: Sünni, Alevi, Türk ve Kürt vb. dinsel ve milliyetçi akımların işçi hareketinin sınıf birliği üzerindeki etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?  

TİP Emek Büro: Büyük bir soru ve saatlerce tartışılmayı gerektiren kapsamlı bir yanıta ihtiyacı var elbette. Tahmin edeceğiniz üzere, bu sorunun tek bir yanıtı da yok. Toplumsal bağlama, güç ilişkilerine, farklı toplumsal kimliklere sahip grupların ilişkili olduğu siyasi muhatabın kapasitesine, önceliklerine göre değişebilir. 

İlk olarak, mevzubahis akımların içerisinde farklı sınıf çıkarlarına sahip toplumsal grupların mücadele ettiğini vurgulamak gerekir. İşçi sınıfının mücadelesiyle, bu akımların gündemleri kesiştiğinde şu ölçütü akılda tutmalıyız: Bu akımlardaki baskın siyaset kimin çıkarına hizmet ediyor? Bu basit sorunun yanıtına göre pozisyon almak daha doğru olur sanıyorum. Ayrıca, bu akımların sınıfın birliğine zarar vereceğini iddia edeceksek, devletin-sermayenin ideolojik araçları tarafından nasıl manipüle edildiğinin de somut tahlilini yapmak gerekir.  

Türkiye emekçilerinde yer alan azınlıkların, ezilenlerin kimlikleri sınıf birliğini hakikaten bölme tehlikesi var mıdır? Türkiye’de ezilen kimlikler sol-sosyalist hareketlerle ilişki içerisinde olmuşlardır. Sınıf mücadelesinin her ölçeğinde öncü konumda yer almışlardır. Türkiye’de ezilen toplumsal grupların siyasallığı, bilakis sınıf mücadelesini ileriye taşıyan kadroların yetişmesine imkan vermiştir.  

İşçi sınıfının yoğunlaştığı bölgelerde, işçi direnişlerinde yer aldığınızda, dikkatimizi çeken önemli bir gözlemi de bu vesileyle aktarmış olalım: Türkiye’nin farklı yerelliklerinde açığa çıkan ber örgütlenme teşebbüsünde, işçi direnişinde ezilen halkların varlığı ve siyasi deneyimi; mücadelenin seyrinde yol gösterici olmuştur. Tabii bu Türkiye’ye de özgü bir mesele olmadığını da vurgulamalı. Etnik ve sınıf mücadelesinin iç içe geçtiği tüm ulusal bağlamlarda (sömürge karşıtı hareketler, ulusal kurtuluş mücadelelerinin neşet ettiği ulusal vakaları kastediyoruz) gözlenecek bir olgu olduğunu unutmamalıyız.

Sınıfın birliğini esas tehdit edenin, iktidar ve sermayenin kontrolünde tuttuğu ve manipule ettiği hakim milliyetçi ve dini akımlar olduğunu söylemek gerekiyor. Saray Rejimi (AKP ve MHP iktidar) uzun yıllardır devleti, mali kaynakları elinde tutuyor. Kendi siyasi varlığına işaret eden, muhtelif sivil toplum kuruluşu, tarikat ve yerel iktidar odaklarını besliyor, avucuun içinde tutuyor. Haliyle, bu milliyetçi-dini gruplar ve kurumsallaştırdığı yapıları işçi sınıfının yoğunlaştığı yerellerde etkinliklerini giderek artırıyor. Devlet ve sermayenin ideolojik araçları bir yandan sınıfın siyasi ve toplumsal kavrayışını kuşatırken, yerelde ise bu işbirlikçiler tarafından sınıfın birliğini dini ve milliyetçi eksenler bölünyüor. Türkiye sosyalist hareketinde özellikle 12 Eylül darbesi ile başlayan ve 1990’ların sonundan itibaren giderek belirgin hale gelen bir zayıflık söz konusu: Sol-sosyalist hareket işçi sınıfıyla organik bağı zayıfladı, işçi kentlerinde etkinliği cılızlaştı. Bu akımların sınıf içerisinde güçlenmesinin başlıca sebeplerinden birisi, aslında bu sınıf mevzilerini Türkiye sağına kaybetmemizdir.  Öncellikle, bu yerellerde varlığımızı pekiştirmeli ve bu yapılarla mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyoruz.  

Son olarak şu tespitle cevabı toparlamış olalım: Fabrikanın veya daha genel anlamıyla işyerinin içerisine girdiğinizde etnik ve dini aidiyetlerini işçiler üzerindeki etkisi silikleşir, kapitalist sömürü sınıfı birleştirir. Sınıfı bölen ayrımlar, işyeri dışında, yeniden üretim alanında, gündelik hayatta işlemeye başlar. Bu ayrımları ise sınıfı birleştirecek, talep ve çıkarlarını ortaklaştıracak, giderek işçi sınıfı yerelinde varlığını güçlendirecek siyasi bir odakla çözülebileceğini iddia ediyoruz. 

ODAK: Sonuç olarak işçi sınıfı hareketi ve sendikal mücadelenin kuvvetli ve zayıf tarafları nasıl görünüyor?

TİP Emek Büro: Önceki soruları yanıtlarken, Türkiye’deki işçi hareketinin zayıf yanlarından çokça bahsettik. İsterseniz, bu bölümde yakın zamanda emek alanındaki olumlu gelişmeleri anımsayarak, işçi hareketinin nispeten güçlü yanlarına odaklanalım. 

Bildiğiniz üzere, Türkiye ekonomisinin lokomotifi olan metal sektöründe 2015 yılında kitlesel bir kalkışma yaşandı. Öyle sanıyoruz ki 15-16 Haziran, Bahar Eylemleriyle birlikte ülke tarihinin gördüğü en görkemli işçi mücadelelerinden bir tanesiydi. Dolaylı ve orta vadedeki etkisi, metaldeki işçilerin özgüvenin artması ve işçi ücretlerinin ülke ortalamasının üzerinde kalması oldu. Birleşik Metal-İş, işkolundaki mücadeleci pozisyonunu korudu ve örgütlenmesini nispeten artırdı. Sol-sosyalistler olarak her ne kadar bu sürece müdahil olamasak da işçilerin isyanı bizim açımızdan önemli bir işaret fişeği oldu. Bir sonraki kalkışmanın etkisi daha büyük bir sarsıntıya yol verebilir, hazırlıklı olmamız gerekiyor. Peşi sıra, kamudaki taşeron işçilerinin uzun erimli mücadelesi kısmi bir kazanım sağladı ve işçiler belediye iştiraklerine geçti. 

Bir diğer umut verici gelişme, pandemi sonrasında artan işçi eylemliliği oldu. İşçiler EYT kapsamında bir dizi eylem ve miting gerçekleştirdiler. Seçim atmosferiyle de bu eylemlilik birleşti ve yaklaşık 2.5 milyon işçiyi kapsayan önemli bir kazanım elde edildi.  Kamuda sağlık çalışanlarının pandemi döneminden itibaren artan mücadelesi, ücretlerde önemli bir artış sağladı.

2022 yılının başlangıcında önemli bir fiili grev dalgasına tanıklık ettik. Yüksek enflasyona rağmen asgari ücrete düşük zam yapılmaması, işçilerde önemli bir isyan dalgasını tetikledi. Sonucunda, 2022’den 2023 sonuna kadar, asgari ücrete yılda iki kez artış yapıldı. 2023-4’teki kamu işçilerinin hareketliliği, TÜRK-İŞ’i harekete geçmeye zorladı, beklentinin üzerinde bir ücret artışı alındı. Özel sektörde çalışan eğitim emekçilerinin fiili mücadelesi ve örgütlenmesi emek alanına taze bir soluk getirdi. İktidar ve sermaye çevreleri kıdem tazminatını kaldırmak için birkaç kez hamle yaptı ancak işçi sınıfının kararlılığı bu saldırıyı püskürttü. 

Pandemiden çıkışla birleşen yüksek enflasyon döneminde işçilerin eylemlilğinde önemli bir artış görüyoruz. Evet, belki gücümüz eskiye oranla zayıfladı fakat işçi sınıfı mevzilerini ve kazanılmış haklarını korumak için direnmeye devam ediyor, bu cendereden çıkışın yolunu arıyor. 

Türkiye’de geleneksel olarak yer edinmiş,  sayıca az ve fakat mücadeleci yapısıyla işçi sınıfına yol gösteren sendikalar halen daha varlığını koruyor. Eski kuvvetinde değiller belki ancak hareket kabiliyetini topyekün kaybetmedi. 

Önceki soruları yanıtlarken, Saray Rejimi ile işçi sınıfı arasındaki güçlü siyasi ilişkiye değinmiştik. Türkiye işçi sınıfı gerek eylemleriyle gerekse oy verme gücünü kullanarak müzakere kapasitesine sahip olduğunun farkında. Bu rejimin seçmen tabanının önemli bir parçasını işçiler oluşturuyor. Rejimin bir nevi yumuşak karnı diyebiliriz. İşçi sınıfı taleplerini almak için iki yöntemi de kullanıyor. Ekonomik kötü gidişat, iktidarın yeniden dağıtım kapasitesini zayıflattı. Bildiğiniz üzere, Saray İktidarı uzun bir dönemden sonra ilk defa resmi enflasyonun altında asgari ücrete zam yaptı. İşçi sınıfın rahatsızlığı, yeniden biir enerji biriktiriyor olabilir. İşçi sınfı hareketinin  bu arayaşına vargücümüzle destek olmalı ve bu enerji birikirken biz de durmadan, yorulmadan hazırlıklarımızı tamamlamalıyız.

ODAK: İşçilerin sınıf sendikacılığını geliştirme olanakları sizce nelerdir? Türkiye solu sınıf sendikacılığının ve işçi hareketinin gelişmesine nasıl yardımcı olabilir?

TİP Emek Büro: Bu önemli ve detaylı bir yanıt gerektiren, kapsamlı bir soru. Söyleşimiz boyunca bu sorunun yanıtını parçalı da olsa verdiğimizi düşünüyoruz. Kısaca toparlamaya çalışalım. Ayrım gözetmeksizin işçi sınıfın her mücadelesinde yanında olmak, takibini yapmak, gücümüz yettiğince, işçi sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda imkanlarımızı seferber etmemiz gerekiyor. İşçi sınıfının yoğunlaştığı bölgelerde yerleşik hale gelmek, her türlü işyeriyle temas halinde olmak gerekiyor.Sendikalarla dirsek temasımızı artırmak, sendikarda ve sendikalarla çalışmak gerekiyor. 

Köhnemiş düzen siyasetinden ayrışan, Türkiye’de sol-sosyalist geniş bir siyasi odağa ihtiyaç var. Bu siyasi muhatap kitleselleştikçe, büyüdükçe; işçi hareketinin önünde duran engelleri aşmak mümkün olacaktır. Mevcut düzene alternatif bir siyasi ufka işaret edecek ve düzen siyasetinin keyfiliği karşısına dikilecek, bürokratikleşen, sınıftan uzaklaşan emek örgütlerine dışardan basınç uygulayacak bir güce ihtiyacımız var.

İşçi sınıfının tüm yapılarını sınıfın çıkarını önceleyen, temsilini merkezine almaya zorlayacak bir yörünge etrafında toplayacak bir siyasi merkezi inşa etmek,  şu dönemdeki en acil sorumluluğumuz olarak önümüzde duruyor. Türkiye İşçi Partisi olarak bu tarihsel zorunluluğun farkındayız ve bu görevi üstlenecek siyasi aktörlerden biri olduğunu düşünüyoruz.   

1 Yorum

  1. İyi bir söyleşi olmuş.
    “Türkiye işçi sınıfının mücadelesi ziyadesiyle ekonomik talepler etrafında yoğunlaştığını görüyoruz. Mevcut iktidar bloğunun siyasi-ekonomik alanı birbirinden yalıtmakta mahir davrandığını kabul etmek lazım. Sınıf bilincinin sosyalist hareketin murad ettiği olgunluğa erişmesi için bir siyasi odağın işçi sınıfının gündelik hayatına nüfuz edecek bir yerleşikliğe sahip olması gerektiğini düşünüyoruz.“

    “Diğer bir deyişle, bu tarihten (2013) itibaren yerel yönetimlerin sendikalarla kurduğu siyasi patronaj ilişkisi derinleşmiştir. Kamudaki sözkonusu işkollarındaki genişleme, düzen siyasetinin işine yaradı. Siyasi partilerin sendikalarla artan siyasi münasebetleri, işçi mücadelesi önünde engel oluşturmaktadır. Dışarıdan gelecek, daha ilerici taleplerle bezeli bir siyasi baskı oluşmadan da sendikaları esaretine alan bu patronajın yıkılması mümkün gözükmüyor. “

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.