Bir 78’linin bakışıyla sosyalist hareketimiz  

0
1300

Hamza Yalçın

Geçtiğimiz ayda çok tartışılan Ekim Devrimi’nin Türkiye’deki son büyük dalgası muhtemelen 78’liler kuşağıdır. Bu yiğitler kuşağından aktif mücadelenin hala içinde devrimciler var. Ekim Devrimi’nin sınıfsız, sömürüsüz dünya özlemini nasıl gerçekleştirebileceğimizi düşünürken kendi dönemimden hareketle bir değerlendirmeyle başlamak istedim: Geriye baktığımda 1975 yılında katıldığım sosyalist hareket bugün nerede bulunuyor? 

Erdoğan iktidarının çuvalladığı, halkın dinci diktadan kurtulmak istediği ve sosyalist hareketin atılım yapabileceği bir dönemin içindeyiz. AKP, iktidarda kalmaya devam etse de gitse de sosyalist hareketin gelişmesine çok uygun şartların içinden geçiyoruz. Sosyalist hareketin mevcut durumu ise ilk bakışta ne yazık ki iç açıcı değil. Gökleri ve güneşi fethetmek için yola çıktık, kendimizi aşağılarda, dünyayı ise karanlığa hapsolmuş durumda bulduk. Halk şaşkın, çok huzursuz ve boyun eğiyor. Türkiye solu örgütsüz ve kendine güvensiz durumda. Bizler yenildik ve itibarsızlaştırıldık. İlerici insanlar bile mesela Sedat Pekerleri ve Cemaatçi Cevheri Güvenleri bizden çok daha fazla önemsiyorlar. Mücadelede insanlığa ve hayata sevgi ve bağlılıkla, direngenlikle, yiğitlik ve özveriyle ortaya koyduğumuz pratik kendisini sosyalist gören kesimlerde bile görünür değil. İlgi gösteriyormuş gibi yapanlar devrimci örneğimizi incelemek yerine onu çürütmek için deliller araştırıyorlar. Sesimiz duyulmuyor. İnsanlar değişirken biz de onların dünyasının dışına düştük.

1917 Ekim Devrimi’ni başlangıç alırsak çok daha vahim bir manzarayla karşılaşıyoruz. Devrim insanlığın düşünce ve davranışında radikal değişiklik yaratmış ve ezilen insanlık emperyalizme karşı ölüm-kalım mücadelesine girmişti. Kapitalist egemenliğin yerine eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı bir dünyanın kurulması için milyonlarca insan hayatını verdi. 

İkinci Dünya Savaşı sonunda Stalin özellikle Nazizm’e karşı savaşın sağladığı büyük prestiji sayesinde Batı’da efsaneydi. Soğuk Savaş’ın ilk amaçlarından biri de onu itibarsızlaştırmaktı. Ancak olanlar içeriden oldu. Dünyayı fethetmesi beklenen sosyalizm önce 1970’lere doğru Çin ve Sovyetler Birliği blokları olarak iki büyük karşıt kutba bölündü. 1980’li yılların sonlarına doğru ise sosyalist ülkeler birbiri ardından yıkılmaya başladılar. Giderek Sovyetler Birliği dağıldı ve bir zamanlar Sosyalist Blok’u oluşturan Macaristan, Polonya, Ukrayna ve Litvanya gibi ülkeler şimdilerde Avrupa’nın en gerici ülkeleri arasında geliyorlar. Sosyalist hareketin yenilgiden yenilgiye sürüklendiği Türkiye, yirmi birinci yüzyıl başında tarihin en gerici iktidarı AKP’nin eline düştü. Bölgemiz Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen cehennemlerini yaşadı.

Yolumuz yürüdükçe uzadı

Devrimci mücadeleye katıldıktan sonra duygu ve düşüncelerim, yaşamım yeniden organize oldu. O zamana kadar Mustafa Kemal, İmam Hüseyin, Pir Sultan Abdal, Köroğlu gibi manevi dünyamızda yer edinmiş isimlerden hareketle Denizler, Mahirler ve İbrahimlere vardım. Böylece Marks, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao, Che Guevara, Fidel Kastro, Ho Şi Minh gibi büyük devrimciler düşüncelerine ve eylemlerine en çok önem verdiğim insanlar oldular. Devrimci mücadelenin direnişçi, alçak gönüllü ve sadık bir neferi olmayı amaç edindim ve yaşamını devrime adamış insanların safında “uzun ve ince yol”a koyuldum. 

Devrimciler arasındaki birlik sevindirir, ayrılık üzer. En çok sarsıldığım gelişmelerden biri, içinde yer aldığım Dev Genç’in kısa zaman sonra bölüneceğini öğrenmem oldu1. Yatılı öğrenci olduğumuz Kara Harp Okulu’nda gelişmeleri iyi izleyemiyorduk. Mahir Çayan’ın örgütü THKP-C’nin yeniden kurulmasının ilanını bekliyorduk.

1970’li yılların sonuna doğru mücadele hem zorlaşıyor hem de gerilemeye başlıyordu. 1980 yılında askeri darbe büyük bir dönüm noktası oldu. Türkiye solunun darbeye karşı direnişi çok etkisiz kaldı. 78’lilerin olağanüstü fedakarlığı sosyalist hareketin içler acısı örgütsüzlüğü yüzünden saf dışı oldu. Bugün sosyalist hareket daha zayıf örgütlü olsa bile geçmişi anarken o günlerin korkunç örgütsüzlüğünü belirtmek gerekiyor. Örgütlülük adına birbirini etkisizleştiren ve sosyalist hareketi aşağıya çeken çok rekabetçi bir grupçuluk vardı. Psikolojik hazırlığı yeterli olmayan militanlar, hatta liderler işler zorlaşınca döküldüler.

Sosyalist hareket 1980’li yılların ikinci yarısında yeniden canlanmaya başlarken 1990’ların başında dünya çapında çok ağır bir darbe aldık. Reel-sosyalizmin çökmesiyle hız kazanan yeni-liberal gerici saldırı, dünya sosyalist hareketini ve ilerici güçleri ezdi geçti. 

Evet, Türkiye solu 1970’li yıllarda çok büyük bir devrimci fırsatı kaçırdı. 1980’de askeri darbe sosyalist hareketi ağır şekilde ezdi. ABD emperyalizminin Türkiye’deki inisiyatifi arttı. Solda örgütlü devrimcilik adına, örgütsüzleştiren grupçu kültür, liberalizmin2 saldırısının daha etkili hale gelmesine ve solda örgütsüzlük kültürünün egemenlik kurmasına sebep oldu. 

1990 yılı Eylül ayında ikinci kez hapse girmiş, 1992 Ocak ayında hapisten serbest bırakılarak çıkmıştım.3 Bambaşka bir dünya vardı. Emekçilere karşı yeni-liberal saldırı hız kazandı. Özellikle Türkiye süreçten çok etkilendi. Avrupa’da sosyal haklar emekçilerin elinden alınmaya başladı. Türkiye solunun devrimci kesimleri devlet tarafından bir plan dahilinde tasfiye ediliyordu. 90’lı yılların yargısız infazlar dönemiydi. Devrimciler öldürülerek saf dışı ediliyordu. Hasan Ocak gibi kaçırılarak öldürülen devrimciler oluyordu. Polis, 1992 hapishane çıkışında göz altına almış ve en ufak bir olayda öldüreceklerini söylemişti. Ömür boyu hapis cezası tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyordu. Evli ve çocuk sahibiydim. 

Benzer durumdaki 78’li devrimci gibi bu zorluklar karşısında direniş yolunu seçtim. Eski arkadaşlarımızın çoğu mücadelenin dışına düşerken çeşitli devrimci hareketlerden bizler de yeni kuşaklardan devrimcilerle yolumuza devam ediyorduk. 

Bazen yasalda, bazen gizlenerek insanlığa, halka ve devrime sınırsız bir bağlılıkla mücadelemize devam ettik. Gözaltına alınıp işkence gördüğümüzde ödünsüz direndik. Yargısız infazlarda katledilme tehdidine meydan okuduk. Sonunda benim için mevcut en güçlü olasılıklardan biri gerçekleşti: İki kez üst üste beraat ettiğim davada ömür boyu hapis cezası aldım. 28 Şubat generalleri iş başındaydılar. TSK içinde yetişmiş ve mücadelede ısrar eden bir devrimciye tahammül etmeleri olanaksızdı.4 Böylece (cezayı aldıktan 6 ay sonra) tekrar yurt dışına çıkmak zorunda kaldım.5

Devrimci mücadeleye aktif katılmak için bir kez daha ayrılmış olduğum güzel İsveç’i 9 yıl sonra yani 1998 yılında tekrar gördüğümde, şaşırmıştım: İsveç, bıraktığımda sosyal haklar, okul, sağlık sistemiyle dünyanın sosyal adalet bakımından en iyi durumdaki ülkelerinden biriyken, Avrupa’da sınıf çelişkilerinin en hızlı arttığı (dikkat: En kötü olduğu değil) bir ülke olmuştu. İsveç burjuvazisi reel-sosyalizmin çöküşünü büyük fırsat bilerek ülkeyi hızla değiştiriyordu.

Kapitalist propaganda ise dünyanın özgürlüğe gittiğini yazıyor ve söylüyordu. İsveç’te de aynı hava vardı. İnsanlar bireysel kurtuluşa ve rekabete yönlendirildi. Çocuklar, gençler bu anlayışla yetiştiriliyordu. Kadınlar, aydınlar ve hatta işçiler de bu anlayışı benimsiyordu. Sosyal bilimler ve sistem bunu övüyordu. Sosyalistleri örgütlü devrimci mücadeleden uzaklaştıran “post-modern” düşünceler6 alabildiğine yayılmaktaydı. Sosyal kurtuluş düşüncesi temelindeki örgütler ve sermayeye karşı kolektif davranış gereksiz, saçma ve hatta sosyal sapıklıkmış gibi gösterildi. Emekçiler birbirlerinden uzaklaştılar. Evet, değişen dünyada insanların dışında kalıyorduk. 

Bireyciliği cilalayan post-modernizm sosyalistleri kitlelerden ve emekçilerden kaçan burjuva bireylere dönüştürdü. Kapitalizmin at gözlüğü takarak eğittiği milyonlar, sistem içinde kendilerine yer edinmek için yarışa girdiler. Dincisi, milliyetçisi, sağcısı ve solcusuyla daha rekabetçi bir yeni-nesil yaratıldı. Herkes kendi işine bakacak, toplumculuk adına ise sisteme zarar vermeyen “alternatif yaşam”lar örgütlenecekti. Halk kendisine empoze edilen örgütsüzlük anlayışının burjuvaziyi de kapsadığını sanıyordu. Oysa halk örgütsüzleştiriliyor ve bölünüyorken uyanık burjuvazi daha sıkı birleşmekte, örgütlenmekte ve kolektif davranmaktaydı.

Bağımlı ve sömürülen ülkeler milli ve dinsel çelişkiler kışkırtılarak istikrarsızlaştırılıyorlarken Avrupa ülkeleri ise AB olarak birleşiyordu. Yugoslavya parçalandı ve Batılı emperyalistlerin eline düştü. Rusya’da kamu mülkiyeti yeni yetme burjuvalar tarafından alçakça yağmalandı. Başına gerici iktidarların geldiği Doğu Bloku ülkeleri bir bir ABD ve AB tarafına çekildiler. Varşova Paktı dağılmış ve sözde barış sağlanmıştı ama ABD emperyalizminin saldırgan askeri örgütü NATO alabildiğine genişliyordu. Eski Doğu Bloku ülkeleri en gerici en Amerikancı ülkeler haline geldiler. Rusya’nın NATO’ya üye olma başvurusu reddedildi çünkü Batılı ülkeler Rusya’yı paylaşmak istiyordu. Batılı emperyalistler, Rusya’yı dağıtan Gorbaçov ve Yeltsin gibi hainleri yenilikçi diye göklere çıkarılırken ülkesini Batı’ya yem ettirmemek için çalışan milliyetçi Putin dünyanın en kötü adamı ilan edildi. 

Emperyalizm; Yugoslavya’nın parçası Kosova’yı bağımsızlığa kışkırttı. “Bağımsız” Kosova’nın halkı ülkesini terk edip Avrupa’yı mekan tuttu. On yıllarca silah, diplomatik destek vb. vererek Kürtleri Türkiye egemenlerine ezdiren Batılı emperyalistler; Ortadoğu’yu karıştırmak için çok “Kürtsever” kesildiler. ABD emperyalistleri 1991 yılında Irak’a saldırıp ülkeyi Şiiler, Kürtler ve Sünniler olarak bölmenin temellerini attı. Emperyalizm giderek Irak Kürdistan’ına otonom devlet kurdurdu. Batılılar Irak’ın işgal edilmesi sonrasında bu yönetime cazibe kazandırmak amacıyla Irak Kürdistan’ı çevresini IŞİD bataklığı yaptılar. Ayrıca Batılı ülkelerden Kürdistan’a sermaye aktı. Ordunun maaşını bile ABD verdi. Özerk devletin yurttaşlarının şimdi Saddam faşizminin yurttaşlarından daha kötü şartlarda yaşıyor oldukları söyleniyor. Barzani ailesi ABD’ye yatırım yaparken, yoksul Kürtler ise Avrupa’ya kaçarken can veriyorlar.

Türkiye’de yükselen dincilik ve şovenizm reel-sosyalizmin çöküşüyle aynı sürecin ürünü oldu. Bu süreçte AKP’yi iktidara ABD ve Avrupa getirdi. Sovyetleri Birliği’nin yıkılmasıyla dünyanın tek süper gücü kalan ABD emperyalistleri durumlarını perçinlemek için İslam’ı ve Kürtleri kullanmak istiyordu. 14 Ağustos 2001 yılında kurdurulan AKP, 3 Kasım 2002 tarihinde iktidara getirildi. 

ABD ve İngiltere 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a saldırdılar. Ardından Saddam’ın kimyasal silahları yalanıyla 20 Mart 2003 tarihinde Irak işgal edildi. 2011 yılında Libya yıkıldı. Kaddafi gericilere feci şekilde linç ettirildi.7 Emperyalistler barış ve özgürlük getirme adına davranıyorlardı. Irak ve Suriye’de IŞİD’in ortaya çıkmasına çanak tutuldu. ABD emperyalizmi ve Avrupa, IŞİD’e karşı mücadele adı altında Suriye’deki Kürt hareketi ile sıkı bir işbirliği kurdu. Bölge, İsrail’in etkisini geliştirecek şekilde istikrarsızlaştırıldı. Bunu 15 Eylül 2020’de başlayan, Arap ülkelerinin İsrail’e biat ettiği, İbrahim Antlaşmaları izledi. 

ABD emperyalistleri Rusya’yı paylaşmak ve Çin’in önünü kesmek için küresel saldırılarını sürdürüyorlar. Batılı emperyalistler Sovyetler Birliği’nden kurtuldukları için hem kendi ülkelerinde hem dünyada iyice gemi azıya aldılar ve çok tepki topladılar. Tam bu koşullarda dünyanın en büyük ekonomisi olan ve ileri teknolojiye dayanan Çin, sosyalizm iddiasıyla sahneye çıkıyor. 2002 yılında Afganistan’ın işgaliyle başlatılan saldırılar Çin’in gelişmesini önleyemedi. Üstelik ABD ve Batılı ülkeler korona sınavından dökülürken Çin çok daha başarılı bir sınav verdi. Bu da gelişmeleri radikal bir şekilde etkileyebilecek bir faktördür. Latin Amerika ülkelerindeki yurtsever iktidarlar Çin’i ittifak görmeye çalışıyorlar.

İzleyen bölümde reel-sosyalizmi ve sosyalist hareketin sorunlarını ele alacağım. 

Notlar

1 Bu üzüntü  Türkiye devrimci hareketinin kahramanlarından arkadaşım Ömer Yazgan’ın 1983 yılında idam sehpasına giderken yazdığı mektubunda da okunur: “Beni tek üzen şey, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin bir üyesi olamadan ölüme gitmektir”.

2 Aydınlanma çağının ürünü olan liberalizm 18. Yüzyılda burjuva ilerici bir akım olarak doğdu. Yeni-liberalizm ise 1970’li yıllarda sermayenin “özgürlükçülük” adına emekçilere ve halklara karşı saldırısı anlamına gelmektedir. Liberalizm insanlığın feodal bağlardan kurtulmasında rol oynamıştır. Yeni-liberalizm ise emekçileri örgütsüzleştiren ve köleleştiren bir rol oynadı.

3 İlk hapisliğim 1979 yılında olmuş 1980 Mart ayında firar ederek çıkmıştım.

4 Gülen-AKP ittifakının yıllar sonra bizi askerlerin tarafını tutan birisi ilan edeceği söylenseydi inanmazdım. En üzücü olanı ise bir kısım Türkofobik sosyalistin bizi askerlere yakın bir ulusalcı görmesiydi. Kenan Evren’e ve 28 Şubat generallerine soramadılarsa hiç değilse bugün muhalif görünen ama orduya bağlı eski askerlere sorabilirlerdi. Hala yapabilirler.

5 İlkin 1984 yılında yurt dışına çıkmıştım.

6 20. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan post-modernizm, Aydınlanmacı ve Marksist akımların eleştirisi adına devrimci mücadelelerin gereksiz olduğunu savunmaktadır.

7 Petrol denizi Libya’nın halkı, yakacak elektriği bulmakta zorlanıyor. Kaddafi döneminde Libya sosyal refah ve kadın hakları bakımından Afrika’nın en iyi ülkesiydi. 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.