Adalet ve Kalkınma Partisi MHP’nin desteği ile demokratik kırıntıları büyük oranda ortadan kaldıracak başkanlık rejimini içeren anayasa değişiklik teklifini meclise getirdi.
Teklif özet olarak yasama, yürütme ve yargı güçlerinin büyük oranda cumhurbaşkanı elinde toplanmasını, yani güçler birliğini öngörüyor.
Böylece şekli olarak parlamentonun elinde olan yetkilerin önemli bir kısmı cumhurbaşkanına aktarılırken, mevcut haliyle zaten yürütmeye bağlı bir yapısı olan yargının bağımlılık zincirlerinin artırılması amaçlanıyor.
Buna göre Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun üye sayısı 22’den 13’e indiriliyor. Üyelerin altısını cumhurbaşkanı, 6’sını da tarihi boyunca bağımsız bir kişilik oluşturamamış meclis seçiyor. Adalet Bakanlığı müsteşarı ise doğal üye olarak görev alıyor.
Teklif ile cumhurbaşkanı tek başına meclisi fesih yetkisine sahip olurken meclis ancak 3/5 oy oranıyla ve kendini feshetmek şartıyla cumhurbaşkanını görevden alabiliyor.
Cumhurbaşkanı ve onun atadığı bakanlar ile cumhurbaşkanı yardımcıları hakkında adli soruşturma açılması da meclisin 3/5 çoğunluğu ile gerçekleşebiliyor. Yani neredeyse imkansız.
Cumhurbaşkanı tek başına ülkede OHAL ilan edebiliyor, OHAL döneminde kanun hükmünde kararname çıkarıyor. Bunun ne anlama geldiği mevcut uygulamadan belli.
OHAL dışı dönemlerde ise yürütme yetkisine giren konularda kanun etkisine sahip kararnameler çıkarabiliyor. Sadece aynı konuyla ilgili olarak bir kanun çıkarılması halinde kanunun üstün olacağı teklifte belirtiliyor. Ancak meclis çoğunluğunu denetim altında bulunduran cumhurbaşkanının meclis ile ihtilafa girmesi çok olası gözükmüyor.
Cumhurbaşkanı ayrıca tek başına uluslararası anlaşmaları onaylayabilecek, üst düzey kamu kurumlarının yöneticilerini atayacak.
Bu şekilde güçlendirilmiş, genetiği değiştirilmiş, ucubeleşmiş bir yürütmenin başı olan cumhurbaşkanının ele geçirdiği yetki, yetkisiz olunduğu halde yapılanları düşündüğümüzde demokrasi, özgürlükler ve haklar açısından büyük bir tehdit içermekte.
Önerilen başkanlık sistemi gücü kurullara dağıtmak yerine tek bir kişiye vermekle benmerkezci, antidemokratik bir yönetim biçimidir. Görünüşte yasal, ama evrensel hukuk, demokrasi ve insan hakları ilkeleri açısından hukuk dışıdır.
Bu hukuk dışılıkla ülkenin İslamcılaştırılması, laikliğin tamamen kaldırılması, başta Kürtler ve emekçiler olmak üzere ezilen kesimler üzerinde tam bir terör uygulanması, din maskesi altında yolsuzluk düzeninin boyutlandırılması, uluslararası alanda ise maceracı, başka halkların kanı üzerinden kar hedefleyen politikaların daha rahat hayata geçirilmesi planlanmaktadır.
Burada sorulması gereken önemli sorulardan birisi meclis tamamen, yargı büyük oranda zaten yürütmenin, egemen sınıf ve kesimlerin elindeyken neden böylesine geniş kapsamlı, tartışmalı rejim değişikliğine ihtiyaç duyulduğudur. Bugüne kadar bir iki istisna haricinde hangi yasa teklifi iktidar partisinin isteğine rağmen meclisten geçmemiştir. Yargı kitlesel tutuklama taleplerinin hangisine dur demiş, konjonktür değiştiğinde hangi kararlarından dönmemiş, tutukladıklarını serbest bırakmamıştır. Rejim yasamasıyla, yargısıyla zaten egemenlerin emrinde işlemeye devam ederken hukukla bu denli oynama nedendir?
Bunun yanıtı sömürücü egemenlerin kendilerini asla hukukla, yasayla bağımlı görmek istememelerinde yatmaktadır. Hukuk kuralları onların kendi çıkarlarına göre düzenlendiği halde, gün gelmekte yapısı gereği sınırlama içeren, şeklen de olsa herkese eşit uygulanması gereken bu kurallar ellerine, ayaklarına dolaşmakta, rahatsızlık yaratmaktadır. Bu nedenle bizzat onlar tarafından ihlal edilmekte ya da daha baskıcı, gerici olanlarıyla değiştirilmektedir.
Yargı neredeyse tamamen ellerinde olduğu halde işkence ve katliamlardan sorumlu olduğu ileri sürülen kamu görevlilerinin soruşturulmalarının savcıların inisiyatifine değil başbakan, vali ya da kaymakamların iznine bağlanması bu nedenledir.
Sulh Ceza Hakimliği gibi özel görevli, bağımlı hakimlerin sorgulama yaptıkları, tutuklamalara, soruşturmaların akıbetine karar verdikleri yargı yerleri oluşturulması, diğer hakimlerin bu işlerden uzaklaştırılması da bundan kaynaklıdır.
Erdoğan ve AKP hükümetinin bugüne kadar anayasayı, yasaları sürekli ihlal etmesi, bu ihlali şimdi hukuka aykırı ama gerici ve baskıcı bir çerçeve altında kısmen yasal hale getirmek istemesi kapitalist rejimin hukukla, yasayla uyuşmaz karakterinden kaynaklanmaktadır.
Talana, sömürüye, yeri geldiğinde katliamlara, işkencelere dayanan bir sistem kendini asla hukukla sınırlamak, gücünü bölmek istemez. Yargıya da, yasamaya da, yürütmeye de egemen olmak ister.
Montesquieu “Egemenler halkı kolay yönetmek için halkı birbirine düşürür ve bölerler. Ezilenlerin de halkın da egemenlerin baskısından kurtulması için egemenin kuvvetlerinin bölünmesi gerekir.” demişti. Erdoğan ve onun temsil ettiği güçler kuvvetin bölünmemesi, keyfiliğin sınırsız olması için başkanlık sistemini geçirmeye çalışmaktadır.
Eğer bunu başarırlarsa bununla da yetinmeyecek yine yasaları çiğneyeceklerdir. Zira Hitler’in Nasyonel Sosyalist Partisi’ne üye olan Alman hukukçu, siyaset kuramcısı Carl Schmitt’in dediği gibi “Egemen istisnaya karar verendir”. Egemenin istisnalarla, olağanüstü ilkelerle yönettiği yerde de kural, hukuk, yasa yoktur.
Görüldüğü gibi hukuk her ne kadar bir üst yapı kurumu olarak esasen egemenlere hizmet etse de onu demokrasi, haklar ve özgürlükler mücadelesinde kullanmamız, iktidarları onunla kısmen de olsa sınırlandırmamız, hakları korumamız mümkündür.
Anayasa paketine karşı mücadele, onun gerçek özelliklerinin, amaçlarının halka anlatılması ve başarılı olursak engellenmesi egemenlerin güçlerinin bölünmesi, nihai kurtuluşu getirmese de daha uygun bir mücadele zemininin oluşturulması için büyük önem taşımaktadır.
Başkanlık sistemi faşizmin iyice kök salması, hukuksuzluğun, keyfiliğin artması ve etrafımızın daha güçlü kapanlarla sarılmasıdır. Bu kapana kapılmadan mücadeleyi yükseltmemiz acil sorun olarak önümüzde durmaktadır.
Av. Fazıl Ahmet Tamer
2017-01-02