Gazi’nin parlayan ve sönen ışığı

0
641

Nabi Kımran

Hasan Ocak yoldaşın unutulmaz hatırasına…

-Nedir Gazi?

ODAK Dergisi’nden arkadaşlar Gazi üzerine yazmamı istediklerinde “ne yazacağım?” diye kalakaldım bir an… Birkaç günün sarsıcı hikayesi, arkadaşlar, aradan geçen 29 yıl… ya da basmakalıp bir faşizm teşhiri-mağduriyet yazısı…

Başka bir yol deneyelim.

12 Mart 1995 akşamı başlayan ve en sıcak günleri 15 Mart akşamına dek süren dört gün, zamanın Türkiye’sini alt üst etti. 

O günlerin sıcak hikayelerinin ötesinde nedir Gazi? TDH ve toplumsal mücadeleler tarihindeki yeri, anlamı, sonraki sürece etkileri nedir? 

Bu yazıda bu soruları yanıtlamaya çalışacağım. 

Gazi, toplumsal mücadeleler tarihi bakımından 12 Eylül 1980 ile 2013 Gezi olayları arasındaki 33 yılın zirvesidir. (Kürdistan’daki sarsıcı süreci dışta tuttuğumu belirteyim. Kürdistan-Türkiye bütünlüklü ele alındığında da gölgede kalmaz Gazi, fakat bu başka ve kapsamlı bir anlatıyı gerektirir.) Özellikleri itibarıyla kıyaslanabileceği benzerleri 1980 Tariş ve Çorum olaylarıdır.

12 Mart akşamı dört kahvehane ve pastane tarandı, bir ihtiyar öldü. Karakola yürüyen kitlenin üzerine ateş açıldı bir kişi daha öldü. Katillerin gasp ettikleri taksinin şoförünü de öldürüp bagaja koydukları, işleri bitince aracı ateşe verdikleri aynı akşam açığa çıktı. Özetle ilk gün üç kişi öldü. 

13 Mart günü varoşlar başta olmak üzere tüm İstanbul ve birçok kent ayağa kalktı. Gazi’de kitlenin üzerine ateş açılması sonucu 15 kişi daha öldü. 

14 Mart günü Gazi Mahallesinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi, bölgeye askeri birlikler gönderildi.

15 Mart günü sokağa çıkma yasağını paspas gibi çiğneyen 60 bin kişilik kortej Alibeyköy’den hareketle Gazi’ye girdi. Devrimci örgütler silahlıydı ve bir süre korteji izleyen Askerler -polis çekilmişti bölgeden- bunu biliyordu. O kortejdeydim, sevgili Hasan (Ocak) ile o gün son kez kol kola yürüdük. Altı gün sonra, 21 Mart’ta Hasan kaçırıldı. İşkenceyle katledilmiş bedeni Mayıs ortasında Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’nda bulundu. 

15 Mart akşam karanlığında Gazi’den ayrılıp çalışma alanlarımıza dönerken Ümraniye’den beş ölü haberi geldi. 13 Mart günü yaşananlar bu kez karşı yakada tekrarlanmış, biz Gazi’ye yürürken Ümraniye’de kitle taranmıştı. 

Daha fazlası değilse eğer dört günün bilançosu 23 ölü idi.

Bu kısa hatırlatmanın ardından Gazi’nin “ne olduğunu” yerli yerine oturtabiliriz. Devrim ve ayaklanma üzerine yazan bütün ustaların vurguladığı temel husus şudur: Ayaklanma anında kitleler ölümü göze alan bir atılganlıkla ileri fırlar; tersten ifade edersek böylesi bir atılganlık ayaklanmanın şaşmaz belirtilerinden biridir. Gazi-Ümraniye’de faşist namlular her gün ölüm kusarken, ölü sayısı gün gün artarken, ertesi gün sokağa çıkmanın ölümün üzerine yürümek olduğu açıkken on binlerce insan tekrar tekrar ölümün üzerine yürüdü. 

Öyleyse adını koyabiliriz: Gazi bir yerel ayaklanmadır.

Gezi kitleselliği, yaygınlığı itibariyle Türkiye tarihinde benzeri olmayan bir isyan-protesto hareketidir. Fakat -ne yazık ki- Gazi’nin kararlılığı, militan ruhunun yoğunluğu ve ideolojik-kadrosal devrimci omurgasından yoksundur. Eğer Gezi Gazi’nin ruhuna sahip olsaydı bugün başka bir Türkiye’de yaşıyor olurduk. Devrim olmazdı ama bu ucube rejim tasfiye olabilirdi. Tersi de mümkündü: Devlet Gazi’de yaptıklarını bu kez çok daha büyük ölçekte tekrarlar, yüzlerce, belki binlerce ölüm pahasına ayaklanma bastırılır, Türkiye daha da beter bir faşizme sürüklenebilirdi; böyle bir rejim iflah olur muydu, o ayrı konu.

-Devlet neden tezgahladı Gazi provokasyonunu, ardından da katliamı?

Bu soruya -basmakalıp konuşmayacaksak eğer- doyurucu bir yanıt veremiyorum hala. 

1977 – 1989 – 1996 1 Mayıslarındaki katliamların (ya da girişimlerinin) devletin faşist aklı/refleksleri/gelenekleri bakımından bir rasyonalitesi vardır: Her üçü de toplumsal uyanışın, kitle hareketlerinin “kontrolden çıkma” ya da önü olağan usullerle alınamayacak şekilde gelişme potansiyellerinin belirdiği uğraklarda gündemleşti. 

Geçerken belirtelim, günü saati bilinemez ama Türkiye’de bundan sonraki olası kitle katliamlarının şartlarının oluştuğu dönemler -eğer aklı başında, Türkiye gerçekliğini bilen devrimci öncüler varsa- rahatlıkla öngörülebilir. Türkiye Gezi-Kobane-5 Haziran seçimleri sürecinde (devlet refleksi bakımından merkezinde 2015 yılı durmak üzere 2013-16 yılları arasında) bir kez daha böyle bir “döneme” girmişti, neler olduğunu gördük… Ve bu dönemler salt katliamlarla değil, şaşmazcasına devlet fraksiyonları arasında tepişme, tasfiyeler ve yeni iktidar kombinasyonlarının inşası ile de karakterizedir.

Gazi provokasyonu (devlet içi çatışmalar hariç) böylesi bir dönemde gerçekleşmedi, meseleyi anlaşılması zor kılan boyut budur. Gazi öncesi kitle hareketlerinin son yükselişi 1993 yılında oldu: Sivas Madımak katliamı ve ardından yüzbinleri sokağa döken anti-faşist protestolar. Yine aynı yıl ocak ayında Uğur Mumcu’nun katledilmesi üzerine sokağa döküldü yüzbinler. Ve her iki protesto dalgası da barışçıldı. 1993’ten Gazi’nin ön gününe gelen süreçte bırakalım devleti zorda bırakmayı, ciddiye alınabilir bir kitle hareketinden söz etmek mümkün değildir. O halde neden taradılar Gazi’de kahvehaneleri? O dönemde Kürdistan’da gece ve gündüz iktidarın el değiştirdiği, dağın gerillada ovanın devlette olduğu sıkça dillendirilen bir gerçekti, yani ikili iktidar sınırlarına dayanan bir tırmanma vardı. Kürdistan’da durum bu iken batıda bir “önleyici hamle” mi yapmak istediler? Ki, dönemin sömürge valisi Hayri Kozakçıoğlu’nu İstanbul Valisi atamaları İstanbul’a dair endişelerini açığa vuran bir belirti olarak değerlendirilebilir. (Devamla N. Menzir, K. Yazıcıoğlu gibi sınanmış tescilli faşist kadrolarını Emn. Md. olarak atadılar İstanbul’a, Ağar İçişleri Bakanı oldu vs.) Ya da Hanefi Avcı’nın dediği gibi Yeşil ve ekibinin uyuşturucu, kumar, devlette iktidar paylaşımı, “rakip ekibi” zora düşürme şantajı vb. için yaptığı bir hamle miydi? Ki zaten bir buçuk yıl sonra 3 Kasım 1996’da bu hesaplaşmanın pislikleri Susurluk kazasında ortalığa saçıldı. Halkın binlerce yıllık tecrübeye dayanarak söylediği “Filler tepişir çimenler ezilir” atasözünün yeni bir perdesiyle mi yüz yüzeydik? Her biri ya da hepsi; Gazi’nin ikinci gününden itibaren hala açık bir yanıt verilemeyen “neden” sorusu gündemden düştü, klasik devlet refleksi devreye girdi ve sonrası için her şey ayan beyan hale geldi: Yerel ayaklanma ve ayaklanma bastırma konsepti. Ateşli günleri 1996 Ağustos başında ölüm oruçlarının bittiği ana dek süren ve 1997 Nisan’ında Aydınlık için bir dakika karanlık barışçıl kitle eylemleriyle nihayetlenen iki yıllık devrimci yükseliş süreci bu konsept içinde yaşandı. Ve tüm benzer süreçlerde olduğu gibi devletin kumanda tepesinde iktidar değişimini de getiren 28 Şubat 1997 postmodern darbesi ile sona erdi. 

(Not edip geçelim: Tüm askeri darbeler gibi sağ gösterip sol vurdu 28 Şubat. Erbakan hükümetini düşürdü, saçma sapan türban dayatmasıyla -ki büyük haksızlıktır- politik İslama hala istismar imkanı sağlayan bir “mağduriyet efsanesi” armağan etti ve son tahlilde Erdoğan’ın önünü açtı. Türkiye devrimciliğine ve Kürt halkının evlatlarına ise  kan kusturdu 28 Şubat ve kukla hükümetleri: Öcalan’nın Türkiye’ye getirilmesi sürecinde yüzlerce Kürt genci bedenini ateşe verdi, sokaklarda, parti binalarında insanlar vahşice linç edildi. Yüzlerce ölüm ve sakatlanmayla sonuçlanan 19 Aralık- ÖO. katliamları ise “bizim Karaoğlan” Ecevit döneminde gündemleşti; İslamcılar türban için hala ağlaşıyorlar, biz ise yüzlerce ölümüzün yasını bile tutamıyoruz. Budur “şanlı -modern!- ordumuzun” postmodern darbesinin sonuçları!)

-Gazi sürecinin tipik özellikleri

Burada olayların genel bir dökümünü yapamayız, öne çıkan, sürece damgasını vuran bazı olayları hatırlatmakla yetinelim.

15 Mart’tan birkaç gün sonra MLKP’nin Bağcılar-Yüzyıl Polis Karakolunu lav silahıyla vurduğu basına yansıdı. O günlerde bir işkencede ölüm gerçekleşmişti o karakolda. (Keza katliamdan bir hafta önce Gazi Karakolunda da bir seyyar satıcı-simitçi dövülerek öldürülmüştü.) 

21 Mart’ta Hasan’ın kaçırılmasının ardından benzer eylemler tekrarlandı. Yoldaşları Hasan’ı arama kampanyası kapsamında Karaköy katlı otoparkında bir sivil polis otosunu havaya uçurdu. Bir yerel radyo silahlı militanlar tarafından basıldı. Çalışanlar güvenli şekilde dışarı çıkarıldıktan sonra kapıya bomba süsü verilmiş bir paket bırakılarak (önceden hazırlanmış) bant yayını yapıldı İstanbul ve çevresine, yayın yaklaşık bir saat sürdü. MLKP bu eylemleri üstlendi. 7 Ağustos 1996’da İstanbul-Soğanlı’da çıkan çatışmada yaşamını yitiren (bir de polis öldü çatışmada) Ali Haydar Göçer’in hayatıyla ilgili anlatılarda radyoyu basan ekibin başında Ali Haydar’ın olduğu anlaşıldı. Varoşlarda yaygın korsan gösteri, yazılama, pankart asmalar kampanyanın tipik olgularıydı. 

Ocak ailesi ve diğer kayıp yakınları, İHD, demokratik kuruluşlar da Hasan’ı arıyorlardı. Bu kapsamda o dönem koalisyon ortağı olan SHP’nin Beyoğlu İlçe Merkezi öğrenciler, aileler ve Hasan’ın yoldaşları tarafından işgal edilerek kitlesel açlık grevine başlandı. İşgalcileri polis yoluyla binadan çıkarmanın yaratacağı skandalla baş edemeyeceğini düşünen SHP durumla uzlaşmak zorunda kaldı. Dönemin İnsan Haklarından Sorumlu SHP’li Devlet Bakanı Algan Hacaloğlu yanlış hatırlamıyorsam Hilton otelinde insan hakları konulu bir toplantıda konuşurken, salona bir şekilde sızan açlık grevcilerinden bazıları önlüklerini giyerek kürsüye yürüdüler ve bakandan söz istediler. Söz verildi ve bir kadın konuşmacı Hasan’ın devlet tarafından kaçırıldığını salona haykırdı! Bakan’ın “burada konuşuyorsunuz, işte demokrasi budur vs.” söylemine, “buradan çıkar çıkmaz karakola götürüleceğiz ve işkence göreceğiz” yanıtı verildi. Bunu üzerine Bakan güvence vererek eylemcilerin makam aracıyla Beyoğlu SHP’ye ulaşmasını sağlamak zorunda kaldı. A. Hacaloğlu sonraki günlerde Ocak ailesini evinde ziyaret etti.

Bu arada 1 Mayıs Kadıköy’de yüz bin katılımla ve örgütlerin renklerinin damgasını vurduğu militan bir gösteriyle kutlandı; Gazi dolaysızca sürüyordu. 

Açlık grevi ve eylemcilerin kendilerini İstanbul Valiliği önündeki demir parmaklığa zincirlemeleri sürecin demokratik alanda yürüyen boyutunun güçlenmesinde dönüm noktalarıdır. Sonuçta süreçten etkilenen -eşine az rastlanır şekilde birkaç ay boyunca Türkiye’de siyasetin merkezi gündemi oldu Gazi ve devamla Hasan Ocak kampanyası- vicdanlı bir hemşirenin ihbarıyla Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’nda bulundu Hasan. Ve 18 Mayıs’ta Gazi mezarlığında on bin katılımlı militan bir eylemle uğurlandı. Devamla yoldaşları Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı’nı örgütlediler. Arjantinli kayıp yakınlarının başlattığı “Perşembe’nin Delileri” hareketinden esinle Galatasaray Meydanında başlayan Cumartesi oturmaları, Cumartesi Anneleri adını alarak bugünlere dek sürdü. Cumartesi Anneleri, devrim ve demokrasi güçlerinin en inatçı, direngen mevziisidir hala.

Yaz ve sonbahar ayları nispeten olaysız geçti.

1996 yılı ise daha ilk günlerinden ateş topuna döndü. Ocak aynının ilk haftasında Ümraniye hapishanesinde dört DHKP-C’li tutsak dövülerek katledildi. DHKC misilleme olarak Sabancı Kulelerini bastı, Özdemir Sabancı ve iki holding çalışanını öldürdü. Ümraniye’de katledilen devrimcilerin Alibeyköy’deki cenazesine polis saldırdı. Şili stadyum katliamını andırırcasına Eyüp kapalı spor salonuna doldurulan yüzlerce insan işkenceden geçirildi, Evrensel gazetesinden (ve üniversiteden) arkadaşımız Metin Göktepe işkenceyle katledildi. Metin yirmi bin kişinin omuzlarında uğurlandı. Bu süreçte varoşlarda ilk kez otobüs yakma eylemleri de başladı. Önceleri hapishanede eli kolu bağlı insanları döverek öldürme vahşi kuralsızlığına karşı, toplumsal hayatın olağan akışını sürdürülemez kılma saikiyle başlayan, yolcuları indirerek güvenliklerini sağlamak gibi hassasiyetlere özen gösteren bu eylem tarzının sonraları cılkı çıkarıldı. İstisna haller yerini “her fırsatta”ya bıraktı ve ne yazık ki bir genç kız hayatını yitirdi bu eylem tarzının sonraki yıllarda tekrarında.  Ocak – Mayıs arasında silahlı korsan gösteriler yaygınlaşmaya başladı varoşlarda. Alibeyköy’deki silahlı korsan Show tv kameralarına yansıdı örneğin. Gazi’nin yıldönümünde MLKP Sultanbeyli’deki polis merkezine ve DYP ilçe binasına silahlı saldırı düzenledi, ilçeye giriş çıkışı bir süre engelledi. 

1996 1 Mayıs’ı bu kez 150 bin katılımla yine Kadıköy’de gerçekleştirildi. Ve bu devrimci yükselişi  devlet kitlenin üzerine kurşun yağdırarak karşıladı. Üç katılımcı alanda öldü, bir devrimci de aynı akşam işkencede katledildi: Bastırma konsepti yine sahnedeydi. Ve militan kitle dinamiği o gün büyük oranda darbelendi, geri çekilme başladı… 

O günlerde hapishanelerde başlayan ölüm oruçları yeni bir kanlı sürecin habercisiydi, öyle de oldu. 12 devrimci ÖO.’da öldü. Alibeyköy’de örgütlerin ortak düzenlediği korsan eyleme müdahale eden polise karşılık verildi, iki polis öldü. (MLKP’li bir devrimci bu eylemden dolayı hala hapishanede.) Sonraki günlerde İst. Emn. Md. Kemal Yazıcıoğlu ölen polislerin cenazesinde neredeyse kameralar önünde intikam talimatı verdi. Bir süre sonra da talimatın gereğini yaptı polis, Halk Cephesi çizgisinde yayın yapan dergi çalışanlarının yaşadığı Alibeyköy’deki ev basılarak iki silahsız devrimci katledildi. Aynı derginin 17 yaşındaki dağıtımcısı da sokak ortasında polis tarafından infaz edildi. Çatışmalarda Gebze dolaylarında da ölen polisler oldu. Keza Küçükköy ve Mahmutbey’deki soygun girişimleri silahlı çatışmayla sonuçlandı. DHKP-C militanı Sibel Yalçın Okmeydanı’nda çatışmada öldü, militan bir gösteriyle Yenibosna’da uğurlandı. DHKC Sibel’in toprağa verildiği gün ihbarcısını cezalandırdı. Gazetecilerin dinlediği polis telsizlerinden “akşam sekizden sonra malum bölgelerden çekilin” anonslarının  “duyulduğu” zamanlardı o günler… Gazi civarında aşırı hız yapan bir sivil polis otosu o günlerde kaza yaptı, galiba iki polis öldü. ÖO.’nın son günlerinde Gazi mahallesinde bir kez daha barikatlar yükseldi. Barikatların sürdüğü günlerde gazete ve tv’ler üörgüt armalı maskeler takan militanlara mikrofon uzattı. Gazi’li çocuklar kendilerini “Barikat Çocukları” olarak adlandırdılar, kavram bir süreliğine popülarite kazandı. Milliyet gazetesi “Varoşlarda ne oluyor?” başlıklı yazı dizisi başlattı, düpedüz örgütler adına konuşan militanlarla yaptığı röportajları yayınladı. Devrimci hareketin meşruiyet alanı ve etrafındaki sempati halesi görülmemiş oranda genişledi. İki günün sonunda ağır silahların da kullanıldığı çatışmayla barikatlar yıkıldığında İstanbul Valisi “üç beş çapulcu 48 saattir 25 bin polisi, askeri uyutmuyor” diye açıklama yaptı basına. (Alibeyköy’deki korsan ve iki polisin ölümü Gazi barikatları yıkıldıktan birkaç gün sonra gerçekleşti.) Ardından Yenibosna’da yine silahlı korsan ve barikat denemesi yapıldı. Ölüm Oruçlarında yaşamını yitiren devrimcilerin cenazelerini polis genellikle kaçırdı ve istisnasız hepsine saldırdı, taciz etti. Son olarak 7 Ağustos’ta Ali Haydar Göçer ve bir polis çatışmada öldü.

Ağustos 1996, 12 Mart 1995’te Gazi ile başlayan militan yükselişin sona erdiği tarihtir. 

1 Mayıs 1996’da militan kitle dinamiği darbelendi, ÖO.’nın sonunda ise tüm sürecin omurgası olan ve Temmuz’da son atılımını yapan militan çekirdekler ve çeperi de dur(ul)mak zorunda kaldı. Süreci raporlardan okuyup uzaktan seyretmeyen; sokakta, ateş hattında yaşayan tüm örgütlerden kadro ve militanlar için vaziyet apaçıktı… 

Futbol metaforuyla anlatırsak, “topu göğsünde yumuşatıp, sahayı görerek oyun kurma inisiyatifini ele alan” bir devrimci akıl; bilhassa Ağustos’tan itibaren kendiliğindenci sürüklenmeye kapılmayabilir, kadro kayıplarına, geleceği “Allah’ın emri” olan polis operasyonlarına karşı önlem alır, devrimci hareketin çevresinde biriken sempati halesini emebilecek dolaylı-kitlevi araçları inşa ederek hareketin sürekliliğini sağlayabilir ve olası daha sert süreçlere -böyle!- hazırlanabilirdi. Olmadı. Gazi’nin iki yılın ardından nihayetlenmesi salt bir kitle yükselişinin sonunu işaretlemedi, devrimci hareketin bir dönemini de bitirdi. (Işık söndürme eylemleri Gazi’nin birikimi üzerinde yükselse de pek çok bakımdan Gazi’den farklıdır, kitlesel, barışçıl anti-faşist eylemler kapsamındadır, ki o da “sonun sonu” oldu bir bakıma.)

-Düşüş başlıyor…

Gözlem ve yaşanmışlıklara dayanarak 1995-1997 yılları arasında örgütlere yapılan polis operasyonlarının çapı, 12 Eylül’den bu yana geçen 44 yılın zirvesini oluşturur diyebilirim. (Keşke araştırmacı gazeteciler net verilerle bu dökümü ortaya çıkarsa.) Eh gayet mantıklı: Batı cephesinde son 44 yılın zirvesine karşılık, faşist şiddet-bastırmanın zirvesi. (Gezi başka bir fazdır, özellikleri itibariyle bu dönemle kıyaslanamaz.) Geniş ölçekte 1980’lerin sonundan itibaren, daraltırsak 1995-97 aralığındaki polis operasyonları, infazlar, gözaltında kayıplarla Cunta sonrası biriken kadro kuşağını büyük oranda tasfiye etmeyi başardı devlet; son noktayı da zaten sokaktan koparılıp hapishanelere tıkılmış olan devrimcileri hedefleyen 19 Aralık Hapishaneler katliamı ve ÖO. süreci koydu.

Özetle zirvesinde Gazi’nin durduğu devrimci süreç tüm dinamikleriyle böylece tasfiye edildi.

Devrimci hareket bakımından ek olarak şu vurgulanabilir: Tepede 12 Eylül yenilgisinden hiçbir şey öğrenmeksizin aynı tarzı 1985-2001 arasında da sürdürmeye çalışan devrimci “akıl” ile; aşağıda bu aklı pek de sorgulamasızın izleyen (benim 87’liler dediğim) sokaktaki militan kadro kuşağının -iyi niyetli militan duruşlarına rağmen- büyük devrimci imkanları değerlendiremedikleri, sonuçta tasfiyeden kurtulamadıkları bir süreçtir yaşanan…

Yaşananlar bir dönemin ya da kuşağın tasfiyesi ile sınırlı kalmamış, 1971 – 2001 dönemine -günahıyla sevabıyla- damgasını vuran bir devrimcilik tarzı, “oyun planı kurma kabiliyetinden yoksunluk” (strateji-taktik-politika bilmezlik de denebilir) ve “sürüklenme” olarak niteleyebileceğim en zayıf yanından hareketle sona ermiştir. Gelinen yerde devrimciliğin geçmişin militan birikimini içererek “yeniden inşası” şarttır; ve fakat bahse konu zayıf yönlerde ısrarla tek bir adım bile atılamaz, 2024’e gelen son 23 yılın gösterdiği gibi atılamıyor da zaten…

-Gazi’nin zayıf yönleri

İçsel ve dışsal iki zaaf Gazi’yi geriye çekti.

Gazi, büyük oranda Alevi yoksullarının isyanı olma sınırlarını aşamadı. Ve bizatihi Alevi kitleleri politik bakımdan parçalanmıştı. Hadi sınıfsal farklılaşmalardan köklenen farklı siyaset tarzları/önerilerini bir yana bırakalım, yaşlılar gençler ayrımı bile belirgindi kitleler arasında. Gençler ve en yoksullar “dünyayı yakmak” isterken, sütten ağzı yanmış yoğurdu üfleyen yaşlı kuşak ve Alevi burjuvaları, hali vakti yerinde olanlar, kurumların çoğu yöneticisi vb. daha ilk günden itfaiyeciliğe soyunmuştu. Öyle ki, örnek olsun, -o zamanlar hala yeraltında olup olmadığı belli olmayan- bir Parti ilk günlerde ayaklanmayı selamlayan bildiri yayınlarken, bir hafta sonra maceracılığı kınayan bildiri yayınladı; ayrışmanın tezahürleri bu derece açıktı.  İkinci içsel zayıflık hemen hepsi militanlığın hakkını vermiş olan devrimci yapılarımızın olaylara katılmayı, giderek olayların peşinde sürüklenmeyi aşabilen bir “oyun planı” kurmayı başaramamasıdır. Tek bir çare vardı: Gazi’den başlayarak olabilen her yerde halk meclisleri, inisiyatifleri, platformları kurarak iyi formüle edilmiş taleplerin ısrarlı takipçisi olmak. Zaten sürmekte olan militan damara ek olarak barışçıl kitlevi bir hareketin fitilini ateşlemek -ki bu Alevi hareketi içindeki geriye çeken unsurları da peşinden sürükleyebilirdi-, ittifaklar kurmak, meşruiyet temelini güçlendirmek, aydınları, sanatçıları, hukukçuları, yurtdışını, giderek uluslararası kuruluşları harekete geçmeye zorlamak. Bu Gazi’nin militan damarını geriye çekmez, bilakis hareketin her iki kanalını da güçlendirirdi. Plekhanov’un devrimci döneminde söylediği gibi, uzun soluklu bir koşu için “atın dört ayağını da nallamak” gerekirdi. Gazi, kendi dinamiği üzerinde Cumartesi Annelerinin gösterdiği sebat ve yaratıcılığı sürdürebilseydi faşizmin burçlarında çok daha büyük bir gedik açabilirdi.  Bunu kitlelere önerip kabul ettirebilecek olanlarsa devrimcilerdi; asıl sorun onların böyle bir hareket planına sahip olmamasıdır.

Dışsal zayıflıklar bahsine çarpıcı bir olayla başlayalım: Zamanın KESK’i, Gazi olaylarından çok önce, galiba 16 Mart’ta yapılacak genel eylem kararı almıştı, olaylar üzerine eylemi iptal etti! Bana göre KESK’in reformizme, bürokratizme saplanmasının dönüm noktası ve çarpıcı işareti bu karardır. KESK’in -ki o zamanlar en güçlü dönemindeydi- ülke çapında genel eylemiyle desteklenen Gazi mi; kitlelere “sokaktan çekilin” zımni mesajını da vererek yüz üstü bırakılan,  yalnızlaştırılan Gazi mi? Yanıtı okura bırakırız. 

İkincisi, Üniversite gençliğinin 1987-88’den beri gelenekselleştirdiği militan-kitlevi 16 Mart protestosunun Gazi-Ümraniye’deki katliamın ertesi günü gayet sönük geçmesi çok düşündürücüdür… Bu kendisinden ötesine işaret eder: 1991 gibi bir tarihte sönümlenen devrimci öğrenci hareketi dinamiğinin Gazi gibi sarsıcı bir sürece geleneğindeki atılganlık ve kitlesellikle yanıt verememesi, bu dinamiğin uzun bir dönem boyunca tasfiyeye uğradığının çarpıcı işaretidir aslında. Gazi’nin uzun vadeli rüzgarıyla 1996 yılındaki çıkışlar ne yazık ki bu acı gerçeği değiştiremedi bugüne dek. Bu olgunun uzun vadeli bir diğer sonucu ise devrimci hareketin en önemli kadro kaynağının gerilemesidir; biraz zorlayarak söyleyelim, gençlik hareketi ve oradan gelen kadrolar yoksa, örgütleri taşıyan “kadro” da yoktur… Süreçte emek harcayan tüm devrimci öğrencilerin hakkını bir an olsun göz ardı etmeden, Gazi günleri, üniversite gençlik hareketinin önceki otuz yılda (1965’ten beri) görülmemiş oranda geriye düştüğü, eksikliğinin hissedildiği bir dönem oldu. Ne yazık ki arızi değil, 2024’e uzanan süreçte -Boğaziçi parantezine rağmen- kalıcı bir özelliğe dönüştü bu olgu… 

Üçüncü dışsal zaaf Gazi’nin işçi hareketinin desteğinden yoksunluğudur. Evet Gazi’ye katılanlar esasen işçi-emekçiydi, evet Tuzla deri işçileri Gazi’yi destekleyen eylemler yaptılar. (13 Mart günü çoğunluğu deri işçisi olan binlerce gösterici arasındaydım, çoğunluğu işçi olan kitle toplantısında -Tuzla Deri-iş binasında-  seçilen eylem komitesinin sözcüsüydüm) Fakat bu tekil örnekler süreçte işçilerin sınıfsal varlığı-eyleminin sahneye çıkmadığı gerçeğini karartmaz. (O günlerde Tuzla’da yaşananlar için, “Gazi: Bir komite deneyimi-II” başlıklı yazıma bakılabilir. / Sendika org. 27 Şubat 2023)

Gazi’de, Gezi’de ya da 6 Şubat 2023 depremleri sonrasında şalter indirerek, sokakları zapt ederek sahneye çıkmayan işçi sınıfının yokluğu her şeyi çıkmaza sürükleyen, rejime geniş manevra olanakları açan temel bir eksikliktir ve bu sorun aşılmadan Türkiye’de işler yoluna girmeyecektir. Örnek olsun, 16 Mart 1978’de İÜ. Öğrencilerinin üzerine faşistler tarafından bomba atılıp sekiz öğrenci katledildiğinde, işçiler daha o akşam üniversiteye akın etti ve DİSK ertesi gün genel greve çıktı. Gazi yanında böyle bir dinamik, hatta sınıf öncülüğü bulsaydı gidişat bambaşka olabilirdi. Tam tersi gerçekleşti: KESK yöneticileri önceden kararlaştırdıkları eylemi iptal ettiler. (Ankara gibi merkezlerde yerel inisiyatif alan şubelerin destek eylemleri bu merkezi ricatı telafi etmeye yetmedi ne yazık ki.)

Özetle Gazi atılganlık ve potansiyellerine ve bütün önemli kent merkezlerine yayılan protesto hareketlerine rağmen işçi sınıfının desteğinden yoksun kaldı. Ve sözünü ettiğimiz içsel zayıflıkları, yalnızlaşması, devrimci hareketin politik önderlik yetmezlikleri vb.’nin toplam bilançosu olarak iki yıllık devrimci yükseliş döneminin sonunda sönümlendi.

Şu anda Gazi mahallesi başta olmak üzere tüm yoksul varoşlarda mafya, uyuşturucu kaçakçıları cirit atıyor.

Ve devrimci, sosyalist hareketimiz sadece Gazi’de değil, Gezi’de ve deprem sürecinde de kitle denizinde yüzmesine rağmen “denize çaldığı mayayı tutturamadı”.

Bu tarihsel zaafla hesaplaşmada “sürüklenmeme”, “bir oyun/harekât planına sahip olma ve peşinden koşma iradesi” tayin edici kavramlardır. Son olarak bugün zincirin kavranacak halkasının -diğer tüm sorunların da çözüm yolunu açacak halkanın- halk, işçi, çevre, bölge; adına ne denirse densin “meclisler”kavramında cisimleştiğini vurgulayarak noktalayalım.

Gazi, bizim semalarımızdan akıp geçen müthiş bir kuyruklu yıldızdı. Onun alevinde yana yana akanlar hiçbir zaman unutmayacaklar yaşadıklarını; fakat toplumsal belleğin derinliklerinde de küller altındaki közler misali ışıldamaya devam edecek Gazi. 

Ve elbet bir gün yeni kuşakların eyleminde çok daha parlak renklerle yeniden harlanacaktır küller altındaki o alev!

Yitirdiklerimizin anısına saygıyla…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.