Yazan: David McNally
Marksist devlet düşüncesinin, sol kesimin birçok savunucusu tarafından gözden düştüğü açıkça ortada. Bazen bu gözden düşme durumu, ulus devlete olan tüm siyasi uyumu gizliyor (örneğin, sınırları açma çağrılarına karşı çıkan sol ve “daha hoş/daha iyi” göç kontrolleri için sözde “sol” bir argümanlakaçakçılık yapanlar). Ancak, bunun ötesinde, solda, Marksist devlet düşüncesini “ütopik” olmakla suçlayan yeni bir “gerçekçilik” akımı var. Bu argüman, genellikle bazı devlet hizmetlerinin post-kapitalist toplumda korunması gerektiğini anlamadığı için, devleti “parçalamak” metaforuna saldırıyor. Burada, itibarı kırmak için kötü bir inanç girişimi yerine, bazı temel kavramlar hakkında gerçek bir entelektüel karmaşa ile karşı karşıya olabiliriz. Bu tartışmayı iyi niyetle benimseme ruhuyla, Marksizm ve devlet konulu bir yazı dizisine başlıyorum.
I
Marx’ın devlet sorununa yaklaşımı, radikal demokratik taahhütler içine dalıyor. 1843 gibi erken bir tarihte, Hegel’indevlet felsefesi eleştirisinde Marx, bize gerçek demokrasinin (yani radikal, doğrudan, katılımcı demokrasi) “hususi ve evrensel olanın ilk gerçek birliği” olduğunu söylüyor. Ona göre, gerçek demokrasinin aksine, modern toplumdaki devlet, “soyutlanmış” bir sosyal güç, halkın kontrolü dışında, üzerinde ve aleyhinde olan (halk ile otoriter ve anti-demokratik bir ilişki içinde olan) bir güçtür. Yabancılaşmış/yabancılaştırılmış emeğin (ve kapitalist toplumdaki değerinin) analizini yapan Marx, bir insan ürününün (yani devletin), yaratıcılarına nasıl hükmettiğine odaklanıyor. Bu nedenle, gerçek/hakiki demokrasiyi devletin “ortadan kalkması” olarak tanımlıyor. Sözlerine “Modern zamanlarda,” diye başlayan Marx, devamında “Fransızlar gerçek demokraside siyasal devletin ortadan kalkacağını anlamıştı” diyor. [1] Marx, burada özellikle “siyasi devlet ortadan kalkıyor” ifadesini vurguluyor. Ve bu vurgulama, gerçek bir devrimci sosyalist yaklaşımın kalbi olarak öne çıkıyor. İşçi sınıfının kapitalizme karşı kazandığı zafer, halkın gücünü yeniden kazanmasıyla politik gücün kötüye gitmesi ve devletin insanlardan soyutlanması, ayrı bir güç olarak sona ermesi anlamına geliyor. Yani, “siyasi devlet ortadan kalkıyor.” Devleti yok etme ve onun yerine geçme konusundaki tüm söylemler şu anlayışa dayanıyor: devrimci sosyalist demokrasinin zaferi, devletin üstünlüğünü teşkil eder. Devlete karşı kazanılan bu zafer, siyasi yabancılaşmanın yenilgisi ve aynı zamanda halkın gücü tarafından yıkılmasıdır.
II: Sömürgecilik ve Savaş Üzerine Ön Hazırlıklar
Marx’ın erken dönemlerinde ele aldığı modern devlet teorisi, Hegel’in siyaset felsefesiyle bağlantılı olarak gelişiyor. Elbetteki, genç Marx, modern devletin yeni bir özel mülkiyet biçiminin egemenliğini ifade ettiğini önceden biliyordu. (Odun Hırsızlığı Tartışmaları [2] hakkındaki makalelerine bakınız). Ancak bu kavrayış henüz bir modern devlet teorisi oluşturmamıştı.
Hegel’in devlet öğretisi, klasik politik ekonomiye olan sürekli bağlılığıyla çok ilgiliydi. İkinci olarak ise, Hegel modern kapitalist ekonominin sistematik olarak aşırı üretim, yoksulluk ve sömürgecilik yönünde genişleyici bir hareket ürettiği sonucuna varmıştı. [3] Hegel için sömürgecilik, kapitalist ekonominin içsel çelişkilerinin ve antagonizmlerinin bir ürünüdür. Sadece belirli bir siyasi seçimden ziyade, modern devlet için gereklidir. Yazısının son bölümünde Hegel, modern devletin evrensel hukuka ve dünya barışına katkı sağlamadığını savunarak, onun “bireyselliğini” inceliyor.Bunun yerine, her devlet öteki devletlere karşı bağımsızlığını iddia eder-kaçınılmaz bir savaşa yol açan… [4]
Bir başka deyişle, Hegel’e göre bu, kapitalist dünya sisteminde devletin kurucu bir özelliği. Sömürgecilik ve savaş yolundaki itici güçlerin, modern devletin doğasında olduğu sonucuna varıyor (bu, kapitalist devlete yönelik tüm reformist yaklaşımlar için tartışmasız ölümcül bir teşhiş).
Marx’ın, Hegel’in devlet teorisi ile ilgili yaptığı açıklamalarda (1843), Hegel’in Tüze Felsefesi’nin bu bölümleriyle ilgilenmediği görülüyor. Ama Marx’ın bu konuları araştırdığı da kesindi. Bunların yanı sıra, 1843’te Marx henüz klasik politik ekonomi ile eleştirel karşılaşmasına başlamamıştı; zira o sıralar bu konuları sistematik olarak ele alabilecek konumda değildi. Engels ile 1946’da ele aldığı Alman İdeolojisi’nekadar.
Materyalist tarih teorisini Alman İdeolojisi’nin ilk bölümünde geliştirirken, Marx, devlet sorununa da kısaca geri dönüyor. Modern devletin ayırt edici bir özellik olarak, toplumun üstünde ve onun karşısında duran “ayrı bir varlık” haline geldiği iddiasını burada da tekrar ediyor (bu yüzden gerçek demokrasinin devletin “ortadan kaldırılması” ile ortaya çıkacağını savunuyor).
Ve sonra, burjuva siyasi gücünün “hem iç hem de dış amaçlar için” kendini bu şekilde örgütlemesi gerektiğini ekliyor. Burada söylenenleri yakından incelememiz gerekiyor. Marx, modern devletin kapitalist mülkiyetin toplumsal gücünü kendi sınırları içindeki tüm alt sınıflara karşı “ve” diğer tüm devletlere karşı örgütlediğini söylüyor. Modern devlet, sınıf egemenliğini ve devletlerarası rekabeti ifade ediyor. Hegel’inde farkına olduğu gibi, devletler bir çok devletin içinde var olur ve bu devletlerin arasındaki ilişkiler de doğası gereği çatışmalıdır. Dolayısıyla dış kuvvet ve şiddet, modern devlet iktidarının, tıpkı iç güç ve alt sınıflara karşı uyguladığı şiddet kadar içsel özelliklerindendir.
Alman İdeolojisi’nin ilk bölümlerinden birinde Marx, modern özel mülkiyet sisteminin “dış ilişkilerde kendisini ulus olarak öne çıkarması ve içsel olarak kendisini devlet olarak organize etmesi gerektiğini” yazmıştı. [5] Kısacası modern devlet, bir ulus-devlettir. Bölgesel sınırları içerisinde egemen gücü projelendiren ve diğer ulus devletlere karşı kendisini “ulus” olarak kabul eden bir devlet. Militarizm ve savaş, Hegel’in de belirttiği gibi, modern gücün doğasında olan unsurlardır.
Elbette, Marx’ın sömürgecilik ve savaş hakkındaki düşünceleri bu noktada oldukça gelişmişti. Henüz kapital teorisini, ilkel birikimi ve dünya pazarını geliştirmenin ilk aşamalarındaydı. Marx’ın ölümünden sonra, Engels, o zamanın Avrupa güçleri arasındaki savaşa yönelik itici gücü ayırt etmeye başlayacaktı. Kuramlarındaki bazı eksikliklere rağmen, emperyalizme ve savaşa sürüklenmenin bir dünya sistemi olarak kapitalizmin temelini oluşturduğunu anlatarak Luxemburg, Liebknecht, Lenin ve Bukharin’in beğenilerini kazanmışlardı. Sonraki bir yazıda, bu tartışmalara geri dönmeyi umuyorum.
Şimdilik, yirminci yüzyılın başlarında sol-reformizm için en karmaşık durumun, Marx’ın savının her iki taraftan da bitirilmiş olduğunu unutmayalım. Bu, en azından kesin (reformist) bir tutarlılık sergiliyor.
Birinci Dünya Savaşı öncesi Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin lideri olan Karl Kautsky, kapitalist devlet kurumlarının “sosyalist” amaçlar için kullanılabileceğinisavunarak, mevcut devletin siyasi bakanlıklarının hiçbirini ortadan kaldırmayacağını ilan etmişti. Bununla tutarlı olarak, savaşa değil, dünya barışına doğru bir sürüklenmenin uluslararası kapitalizmin doğasında var olan bir mantık olduğunu düşünerek “ultra emperyalizm” teorisini geliştirdi. İronik olarak, bu eğilimdeki en ünlü örnek Amerika Birleşik Devletleri oldu.
Bu sorunları daha sonraki yazılarımda daha fazla incelemeyi planlıyorum. Ancak şimdilik, kapitalist devlet için yeterli bir teoriye sadece ulusal düzeyde odaklanmamak gerektiğini kabul etmek önemli. “Devlet” birçok farklı devlet arasındaki rekabet açısından analiz edilmelidir. Tam da “ulus” olarak örgütlendiği için kapitalist ulus devlet, diğer devletlere karşı düşmanca bir mantık ifade ediyor. Elbette, bu mantık, emperyalizm dünyasını ve (post) sömürgecilik dünyasını tanımlayan egemenlik ve alt yönetim sistematik ilişkilerine dayanan oldukça farklılaşmış bir mantıktır. Bu ilişkiler, post kapitalist bir topluma giden yolda arzu edilebilecek tesadüfi özellikler değil, modern kapitalist devletin temelidir.
III: Bürokratik-Askeri Devlete Karşı Radikal Demokrasi ve Sosyalist Halk
Neoliberal çağda solun çoğunun politik ufku, Engels’in bir zamanlar “devlete duyulan boş inanç ve bununla bağlantılı her şey” sözlerinin esiri haline gelmişti. [6] Bu, kapitalist toplumda “halka açık” görünen ve emniyetli anti-kapitalist alanları temsil ediyormuş gibi ifade ediliyor.
Burada, devlet hizmetlerini sosyalizmle özdeşleştirmede sulandırılmış bir “sol” düşünce, ana akım medya ile istemeyerek de olsa yan yana geliyor. Örneğin, geçen hafta, Houston Chronicle’daki bir köşe yazarı, “ABD’nin Sosyal Güvenlik ve Sağlık Sigortası” da dahil olmak üzere birçok sosyalist programının olduğunu vurgulamıştı. [7] Bu ifadenin ne kadar saçma olduğu çok açık. Öyle görünüyor ki, bu saçmalıklar artık sol kesimde hafife alınmayacak.
Örneğin, kendi devlet eleştirim ışığında, bir eleştirmen, kapitalist sistemdeki kısmen sosyalleşmiş sağlık hizmetlerine mantıklı bir şekilde karşı çıkmamı istedi. Bu saçma sapan bir iddia, size zaten apaçık ortada olan şeyi söylememe izin verin.
İşinin erbabı her sosyalist (ciddi olarak), kapitalist toplumda fakirler ve işçi sınıfından insanlar için biraz daha kolaylaştıran programları destekliyor. Ancak, böyle programları sosyalist kazanımlarla karıştırmamak gerekiyor. Modern devletin doğası gereği anti-demokratik form konusunda ısrar ederek bu karışıklıklardan uzak duruyoruz. Bu, gerçek kamu kontrolünü devlet mülkiyetinden ve yönetiminden keskin bir şekilde ayırt etmemizi sağlıyor.
Burada, Marx’ın 1852 tarihinde yayımlanan Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’ındaki görüşlerinin izini sürüyoruz. Bu, birçok düzeyde kritik öneme sahip bir çalışma. Ancak ben, bunun sadece bir yönüne odaklanmak istiyorum: Marx’ın modern devletin boğucu bürokratik doğasıyla ilgili incelemeleri. Nitekim, bu analiz sürecinde Marx, kapitalist siyasal gücü “parçalamak” fikrini ortaya koyuyor.
“DEHŞET VERİCİ PARAZİT BEDEN”
18 Brumaire’nin yedinci bölümünde, Marx, Fransa’daki kapitalist devletin karakterine yöneliyor; bu devlet, yakın zamanda bir işçi ayaklanmasını ezen (1848) ve Napolyon Bonapart’ın büyük yeğeni Louis Bonaparte liderliğinde 1851 darbesinde gücünü artıran bir devlet. Marx, bu durumun, yürütmenin elindeki iktidarı nasıl kitlesel olarak gücü bir noktada topladığına dikkat çekiyor. Sonrasında ise, “yargısız devlet makinesiyle, muazzam bürokratik ve askeri teşkilat, bir buçuk milyonu aşan bir ordunun yanı sıra yarım milyonluk bir dizi memurla birlikte geniş tabakaları kucaklıyor” sözlerini kınıyor. Bahsedilen birlikler ve bürokratların, cumhurbaşkanı ve icra memurlarından başka hiçbir otoriteye tabi olmadıklarını gözlemliyor.
Marx, bu devletin halkın sosyal yaşamını öldürdüğünü ilan ediyor. Devleti, “Fransız toplumunun bedenini bir ağ gibi tutan ve tüm gözeneklerini boğan “dehşet verici bir parazit beden” olarak nitelendiriyor. Bunu belirterek 18. yüzyılın mutlak monarşisi altında ortaya çıkan bu yapıları, Fransız burjuvazisinin ele geçirdiğini ve bu bürokratik-askeri devlet biçimini “mükemmelleştirerek”, kapitalist amaçlara uyarladığı konusunda da ısrar ediyor. [8]
Okullardan üniversitelere, köprülerden kamuya ait demiryollarına kadar bu devletin yürüttüğü tüm kamu işleri neler? Peki, Marx bunları ilerici bir hareket olarak gördü mü? Tam aksine. Bütün bunların, halkın ortak çıkarlarından yabancılaştırılarak devlet bürokrasisinin ellerine bırakıldığını, insanlardan koparıldığını savunuyor. Sonuç olarak, “Her ortak çıkar, toplumun üyelerinin kendi faaliyetlerinden kopan, daha yüksek, genel bir çıkar olarak kabul edilen toplumdan kopuk kalıyor ve köprüden okullara ve köy halkının ortak mülklerinden demiryollarına, ulusal servet ve Fransa’nın ulusal üniversitesine kadar hükümet faaliyetlerinin bir nesnesi oluyor.” [9]
Marx, “kamu” hizmetlerini ve işletmelerini romantikleştirmekten ziyade, yabancılaşmış biçimlerini sorguluyor. Bu devlet operasyonlarının toplumun kendi faaliyetlerinden koparıldığını söylüyor. Toplumsal olarak işletilen topraklar, okullar ve üniversiteler yerine demokratik, toplum kontrolüne tabi kamu hizmetlerinin halkın ortak çıkarlarından koparıldığını aktarıyor. Marx, artık bu aşamada devlet mülkiyeti ile toplumsal mülkiyet arasında kökten bir ayrım yapıyor. İkincisi, insanlara ait ve düzenlenmiş sosyal varlıkları temsil ediyor. Öte yandan ise, modern devlet tarafından yönetilen “kamu” hizmetleri ve işletmeleri, gerçek halk topluluklarının demokratik yaşam kanını emen bir bürokrasi tarafından kontrol ediliyor.
“ONU/DEVLETİ PARÇALAMAK YERİNE”
Modern hükümetin modern bürokratik makinelerinin yabancılaşmış karakterini analiz bağlamında, Marx devleti “parçalama” fikrini ortaya atıyor. Marx, 1789’dan bu yana “tüm devrimler bu makineyi parçalamak yerine mükemmelleştirdi” diyor. 1830 ve 1848 yıllarındaki büyük ayaklanmalarda, tüm taraflar “bu dev devlet düzenlemesine” sahip olmaya çalışmıştı.
Ancak Marx’ın sosyalizm anlayışı radikal demokratik bir kavram olduğundan, bir işçi devriminin, “sahip olma” arayışında başarılı olamayacağını biliyordu. [10] Böyle bir devletin anti-demokratik yapıları, eğer askeri yapılar önce davranmazsa, sosyal ve siyasi yaşamı radikal biçimde demokratikleştirmek için tüm çabaları baltalardı. Modern devletin bürokratik ve askeri yapılarının yürürlükten kaldırılmalarının, yenilenmelerinin… “parçalanması” gerekmesinin nedeni de buydu.
Burada iki noktadan bahsetmeme izin verin. İlki, önümüzdeki bir yazımda da açıklayacağım gibi, Marx’ın “parçalama” metaforu diyalektik olarak okunmalıdır. İçinde yok etmek/yıkım gibi nihilist bir öfke bulunmuyor. Bunun yerine, “parçalanması” gereken şey, demokratik ve toplumsal bir toplumsal yaşam biçiminin inşası için doğal engeller. Marx, bürokratik ve askeri engellerin kaldırılmasını, siyasi devletin yok olmasını sağlayacak radikal bir demokratikleşmeye yol açacağını hayal ediyor.
İkincisi, Marx’ın 18 Brumaire’inde böyle bir parçalama için kesin bir program oluşturmadığı da net. Sadece Fransız işçilerinin 1871’deki ayaklanmaları ve yeni bir Paris Komünü yaratmaları ışığında işçi devletinin bazı temel ilkelerini ana hatlarıyla açıklamıştı. Fakat zaten Komün deneyiminden yaklaşık yirmi yıl önce, Marx, modern devleti “toplum üyelerinin faaliyetlerini baltalayan” ve “halkın ortak çıkarlarını” bastıran boğucu, bürokratik bir yapı olarak tanımlamıştı. Bu sayede devrimci sosyalizmin politik projesine temel olarak, halkın demokratik öz-faaliyetine dayanan sosyalist halkın inşasını ön plana çıkarmıştı.
*Yazı http://www.historicalmaterialism.org adlı siteden İrem Ceylan tarafından çevrilmiştir.
Kaynakça:
[1] Karl Marx, “Critique of Hegel’s Doctrine of the State” in Marx, Early Writings, trans. Rodney Livingstone and GregorBenton (Harmondsworth: Penguin Books, 1975), p. 88.
[2] Availablehere: https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Marx_Rheinishe_Zeitung.pdf
[3] G.W. F. Hegel, The Philosophy of Right, Part 2, Section C.
[4] Ibid., Section 3, Part AII.
[5] Karl Marx and Frederick Engels, The German Ideology, 3rd. ed. (Moscow: Progress Publishers, 1976), p. 99.
[6] Friedrich Engels, “Introduction” to Karl Marx andFriedrich Engels, Writings on the Paris Commune, ed. Hal Draper (New York: Monthly Review Press, 1971), p. 34.
[7] Chris Tomlinson, “Demanding a fairer form of capitalismis not the same as socialism,” Houston Chronicle, February22, 2019.
[8] Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte (New York: International Publishers, 1963), pp.121-22.
[9] Ibid., p. 122. Because of the inanity of some responses I have received to this line of argument, let me state that it doesnot follow that Marx wants to “smash” railways and schools. But it does follow that dismantling the bureaucratic-militarystate involves *transforming* all state institutions intogenuinely public ones.
[10] On the democratic character of Marxian socialism, seeHal Draper, Karl Marx’s Theory of Revolution, volume one(New York: Monthly Review Press, 1977).