Prabhat Patnaik (*)
“Batı solunun Batı emperyalizmi karşısındaki sessizliği, metropollerin çoğunda tüm siyasi ağırlık merkezinin sağa kaymasına neden oluyor. ABD-Çin çelişkisine emperyalistler arası bir rekabet olarak bakmak da bu anlatıya hizmet ediyor.”
Komünist olmayan Batı solunun önemli bir kesimi, ABD ile Çin arasında gelişen çelişkiyi emperyalistler arası bir rekabet olarak görmektedir. Böyle bir niteleme onların bakış açısından üç farklı teorik işlevi yerine getirmektedir: Birincisi, ABD ile Çin arasında büyüyen çelişkiye bir açıklama getirmektedir; ikincisi, bunu Leninist bir kavram kullanarak ve Leninist bir paradigma içinde yapmaktadır; ve üçüncüsü, Çin’i yükselen bir emperyalist güç ve dolayısıyla çıkarım yoluyla kapitalist bir ekonomi olarak eleştirmektedir ki bu da Çin’in aşırı sol bir eleştirisine uygundur.
Böyle bir niteleme ironik bir şekilde solun bu kesimlerini ABD emperyalizminin Çin’e karşı yürüttüğü entrikaların dolaylı ya da açık suç ortağı haline getirmektedir. En iyi ihtimalle, her ikisinin de emperyalist ülkeler olduğunu, dolayısıyla birini diğerine karşı desteklemenin bir anlamı olmadığını savunan bir pozisyona; en kötü ihtimalle de bu iki emperyalist güç arasındaki çatışmada “ehven-i şer” olarak ABD’yi Çin’e karşı desteklemeye yol açar. Her iki durumda da, ABD emperyalizminin Çin karşısındaki saldırgan tutumuna ilişkin muhalif bir pozisyonun yok olmasına yol açmaktadır; ve iki ülke çoğu güncel konuda anlaşmazlık içinde olduğundan, ABD emperyalizmine karşı muhalefetin genel olarak susturulmasına yol açmaktadır.
Bir süredir Batı solunun önemli bir bölümü, hatta Batı emperyalizmine karşı olduklarını iddia edenler bile, belirli durumlarda bu emperyalizmin eylemlerini desteklemektedirler. Bu durum, Sırbistan Slobodan Miloseviç tarafından yönetilirken bu ülkenin bombalanmasına verdikleri destekte açıkça görülüyordu; şu anda devam etmekte olan Ukrayna savaşında NATO’ya verilen destekte de görülüyor; ve aynı zamanda İsrail’in Gazze’de Filistin halkına karşı Batı emperyalizminin aktif desteğiyle yürüttüğü soykırıma karşı güçlü bir muhalefet sergilememelerinde de açıkça görülüyor. Batı solunun bazı kesimlerinin Çin’e yönelik saldırgan emperyalist tutum karşısında sessiz kalması ya da bu tutumu desteklemesi, kuşkusuz bu tutumlarla özdeş değildir; ancak bu tutumlarla uyum içindedir.
Batı emperyalizmine cepheden karşı çıkmayan böyle bir pozisyon, ironik bir şekilde, metropol ülkelerdeki işçi sınıfının çıkarları ve tutumlarıyla tamamen çelişmektedir. Örneğin Avrupa’daki işçi sınıfı NATO’nun Ukrayna’daki vekalet savaşına ezici bir çoğunlukla karşı çıkmaktadır; bu durum işçilerin Ukrayna’ya gönderilmek üzere Avrupa’dan gönderilen silahları yüklemeyi reddettikleri pek çok örnekte açıkça görülmektedir. Bu şaşırtıcı değil, çünkü savaş enflasyonu arttırarak işçilerin yaşamlarını da doğrudan etkiledi. Ancak savaşa karşı açık bir sol muhalefetin yokluğu, birçok işçinin, İtalya’da Meloni’nin yaptığı gibi iktidara geldiklerinde emperyalist tutumlarla aynı çizgiye düşseler bile, muhalefetteyken en azından bu tutumları eleştiren sağ partilere yönelmesine neden oluyor. Batı solunun Batı emperyalizmi karşısındaki sessizliği, metropollerin çoğunda tüm siyasi ağırlık merkezinin sağa kaymasına neden oluyor. ABD-Çin çelişkisine emperyalistler arası bir rekabet olarak bakmak da bu anlatıya hizmet ediyor.
Çin’in kapitalist bir ekonomi olması ve dolayısıyla ABD ile rekabet halinde dünyanın her yerinde emperyalist faaliyetlerde bulunmasına gelince, bu görüşe sahip olanlar en iyi ihtimalle ahlakçı bir pozisyon almakta ve “kapitalist” ile “kötü”yü ve “sosyalist” ile “iyi”yi birbirine karıştırmaktadır. Onların pozisyonu aslında şu anlama gelmektedir: Benim sosyalist bir toplumun nasıl davranması gerektiğine dair bir fikrim var (ki bu idealize edilmiş bir fikirdir) ve eğer Çin’in davranışı bazı açılardan benim fikrimden farklıysa, o zaman Çin sosyalist olamaz ve dolayısıyla kapitalist olmalıdır. Ancak kapitalist ve sosyalist terimlerinin çok özel anlamları vardır ve bu da her biri belirli temel mülkiyet ilişkilerine dayanan çok özel türden dinamiklerle ilişkilendirilmelerini gerektirir. Doğru, Çin’de önemli bir kapitalist sektör, yani kapitalist mülkiyet ilişkileri ile karakterize edilen bir sektör vardır, ancak Çin ekonomisinin büyük kısmı hala devlet mülkiyetindedir ve kapitalizme damgasını vuran piyasanın başıboşluğuna (ya da “kendiliğindenliğe”) sahip olmasını engelleyen merkezi bir yönlendirme ile karakterize edilmektedir. Çin ekonomisi ve toplumunun pek çok yönü eleştirilebilir, ancak Çin’i “kapitalist” olarak nitelendirmek ve dolayısıyla Batı metropol ekonomileriyle aynı düzeyde emperyalist faaliyetlerde olduğunu söylemek bir saçmalıktır. Sadece analitik olarak yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda hem metropoldeki emekçi sınıfların hem de küresel güneydeki emekçi halkların çıkarlarına açıkça aykırı bir pratiğe yol açar.
Ancak hemen akla şu soru geliyor: Eğer ABD-Çin çelişkisi emperyalistler arası rekabetin bir tezahürü değilse, o zaman bu çelişkinin daha yakın dönemde öne çıkmasını nasıl açıklayabiliriz? Bunu anlamak için İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme geri dönmeliyiz. Kapitalizm savaştan büyük ölçüde zayıflamış ve varoluşsal bir krizle karşı karşıya olarak çıktı: Metropollerdeki işçi sınıfı, kitlesel işsizlik ve yoksulluğa yol açan savaş öncesi kapitalizme geri dönmek istemiyordu; sosyalizm tüm dünyada büyük ilerlemeler kaydetmişti; ve küresel güneyde sömürgeci ve yarı-sömürgeci baskıya karşı verilen kurtuluş mücadeleleri gerçek bir kreşendoya (çalgıların giderek daha yüksek ses verecek biçimde çalınma durumu- TDK) ulaşmıştı. Bu nedenle kapitalizm varlığını sürdürebilmek için bir dizi taviz vermek zorundaydı: Genel oy hakkının getirilmesi, refah devleti önlemlerinin benimsenmesi, talep yönetiminde devlet müdahalesinin kurumsallaşması ve hepsinden önemlisi resmi siyasi dekolonizasyonun kabul edilmesi.
Ancak siyasi dekolonizasyon, ekonomik dekolonizasyon, yani o zamana kadar metropol sermayesi tarafından kullanılan üçüncü dünya kaynakları üzerindeki kontrolün yeni bağımsız ülkelere devredilmesi anlamına gelmiyordu; aslında bu bağımsızlıkçı gelişmelere karşı emperyalizm, Arbenz, Musaddık, Allende, Cheddi Jagan, Lumumba ve diğerleri tarafından yönetilen hükümetlerin devrilmesiyle damgasını vuran zalimce ve uzun bir mücadele verdi. Ancak yine de metropol sermayesi, üçüncü dünya kaynaklarının pek çok durumda kendi kontrolünden çıkıp bu ülkelerde dekolonizasyonun ardından ortaya çıkan dirijist (devletçi) rejimlere kaymasını engelleyemedi.
Sermayenin daha yüksek bir merkezileşme aşamasına geçmesi, küreselleşmiş sermayenin ve özellikle de küreselleşmiş finansın ortaya çıkması ve Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile birlikte ibre emperyalizmin lehine dönmüştür. Emperyalizm, ülkeleri küreselleşme ağına ve dolayısıyla küresel finansal akışların girdabına hapsederek, onları finansal çıkış tehdidi altında, dirijist (devletçi) rejimlerin sona ermesi ve metropol sermayesinin üçüncü dünya toprak kullanımı da dahil olmak üzere üçüncü dünya kaynaklarının çoğu üzerindeki kontrolünü yeniden ele geçirmesi anlamına gelen neo-liberal politikalar izlemeye zorladı.
İşte emperyalist hegemonyanın kendisini dayatmasının bu arka planında, ABD-Çin çelişkisinin ve Ukrayna savaşı gibi diğer pek çok güncel gelişmenin tırmanışı anlaşılabilir. Bu dayatmanın iki özelliğine dikkat çekmek gerekir: Birincisi, Çin gibi ülkelerden gelen mallar için metropol pazarına erişim, metropol sermayesinin küresel talebi karşılamak için nispeten daha düşük ücretlerden yararlanmak için bu tür ülkelerde fabrika kurma isteği ile birlikte, küresel güneyin bu ekonomilerindeki (ve sadece bu ekonomilerdeki) büyüme oranını hızlandırdı; Çin’de bunu, önde gelen metropol gücü olan ABD’nin Çin’i bir tehdit olarak görmeye başladığı bir noktaya kadar yaptı. İkinci özellik, ABD’de konut “balonunun” çöküşünden sonra şiddetle ortaya çıkan neo-liberal kapitalizmin krizidir.
Bu iki nedenden ötürü ABD, ekonomisini Çin’den ve benzer konumdaki diğer küresel güney ülkelerinden yapılan ithalata karşı korumak istemektedir. Her ne kadar bu ithalat kısmen de olsa ABD sermayesinin himayesi altında gerçekleşiyor olsa da, ABD kendisi “sanayisizleştirme” riskini göze alamaz. Çin’i “ekonomik reformları” için selamladıktan hemen sonra Çin’i “küçültme” arzusu, bu nedenle neo-liberal kapitalizmin çelişkilerine ve dolayısıyla emperyalist hegemonyanın yeniden güçlendirilmesine içkin mantığa dayanmaktadır. ABD-Çin çelişkilerinin artmasını açıklayan şey emperyalistler arası rekabet değil, Çin’in ve onu takip eden diğer ülkelerin batı emperyalizminin hegemonyasını yeniden tesis etmesine karşı direnişidir.
Kapitalist kriz şiddetlendikçe, IMF gibi emperyalist kurumların “kemer sıkma” dayatmalarıyla üçüncü dünya ülkelerinin dış borçlarını ödeyememeleri nedeniyle maruz kaldıkları baskı arttıkça ve bu ülkeler daha fazla direnişe ve Çin’den daha fazla yardıma ihtiyaç duydukça, ABD-Çin çelişkileri daha da keskinleşecek ve Batı’da Çin’e karşı atılan nutuklar daha da sertleşecektir.
(*) Hintli Marksist ekonomist Prabhat Patnaik’in bu makalesi Peoples Democracy adlı internet sitesinde 5 Kasım tarihinde yayınlanmış ve Odak Çeviri Kolektifi tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.